please don’t look at me with hungry lips
no, no, no please don’t thrill me with you fingertips
no. no, no please don’t say the sweet things that you say
because i get carried away
and then i’m
not, not, not responsible
not, not, not responsible
Şevket Uğurluer’in “Not Responsible” parçasını izliyorum. Yumuşak vuruşlarla başlayan parça dişlek gitaristtin ye, ye’leriyle canlanıyor. Parçadaki kıvraklık ve vokalistlerin canlılığıyla yıllarca dinlenmesine rağmen yıpranmayan bir parça Not Responsible.
Şevket Uğurluer de yaşına rağmen piyanonun tuşlarına son derece hâkim bir sanatçı. Sanatçı demek, besteciliği, piyanistliği, yorumculuğu kısacası hepsini kapsayan büyük bir kavram.
Vokalisttin no, no, yes, yes sesleri arasında uçup gidiyorum bundan yıllar öncesine. Üniversite kampüsündeki Fahir Atakoğlu konserine. O da bembeyaz kıyafetleri içinde piyanoyu bu kadar iyi çalmıştı. En büyük hayallerimden biriydi yıllarca kasetlerini dinlediğim bu büyük insanı, salonda canlı dinlemek.
Programın sonunda kulise gidip beraber resim çektirme şansına da erişmiştim.
Ve Aydın Esen, Amerika’da yaşadığı için görüşme fırsatım olmayacak diye ümitsizliğe kapıldığım başka bir sanatçıydı. Bir gün resmini Aksanat’ta gördüm bu büyük caz ustasının. Bu sayede hem ders anlatırken, hem de piyona çalarken dinleme şansına sahip oldum.
Program çıkışında eşiyle ve kendisiyle resim çektirme imkânım da oldu.
Sonra Loreena Mckennitt’ı gördüm Beyoğlu’ndaki bir markette. Hiç ummadığım bir an da dileğim gerçek oldu. Kapıdaki kuyruğu görüp, kim var, diye merakla içeri dalmamla beraber, bu büyük kuyruğun, onu imza günü sırası olduğunu anladım. İyi ki oradaydım, iyi ki bu güçlü kadınla tanışma şansına sahip oldum.
Fazıl Say… Yıllarca masa üstüne müziklerini biriktirdiğim, Kız Çocuğu (Hiroşima) oratoryosuna hayran kaldığım, “Uçak Notları” kitabını defalarca okuduğum, müzik dâhisiydi. Süreyya Operası’nda onunla tanışma şansına sahip oldum.
Aynı gün Doğan Hızlan’ın, Genco Erkal’ın, Hilmi Yavuz’unda orada olması başka bir şanstı.
Süreyya Operası bana hep uğur getirdiği gibi İdil Biret’i de getirdi. Hayat hikâyesiyle insanlara umut kaynağı olan, yaşına rağmen gösterdiği performansla beni büyüleyen, büyük sanatçıyı izleme şansına sahip olduğum gibi tanışmayı ve resim çektirmeyi de unutmadım. O gün eve büyük bir sevinçle, kopan bir dağın ateşini ve gücünü taşıyarak gittim, bu heyecanla da duygularımı hemen satırlara ektim.
Şimdi sırada Mercan Dede, Can Atilla, Hüseyin Sermet var. Bunlarla nasıl tanışabilirim, müziklerini nasıl canlı dinleyebilirim bilemiyorum…
Sonra Love In Portofino’sunu, Bésame Mucho’nu severek dinlediğim Andrea Bocelli var. André Rieu, Kitaro, Tom Jones var.
Keşke yaşasalar da görseydim dediğim Dalida, Dean Martin, Edith Piaf var içimde uhde olarak kalan…
Barış Manço var dört şubatta Kanlıca ’da ziyaretine gittiğim, kalbimde yaşayan… Sonra Zeki Müren var, yaşarken tanışamadığım ama Emir Sultan’da kabrini ziyaret ettiğim. Onu müzikleriyle sevdiğim kadar Türkçeye olan sevdasıyla da sevdim. Ne kadar özenirdi Türkçeye. TRT spikeri gibi saygıyla kullanırdı tüm kelimeleri.
Şimdi güya sunucuyum diye konuşan insanlara bakıyorum da; “gaste, dakka” diye konuşup Türkçeyi katleden ardından da sunucuyum diye övünen insancıklar…
Bunları gördükten sonra ahh nerede Mustafa Yolaçan’la Cumartesi Sabahı Özel Eğlence programları, Orhan Boran’la Yuki’li Saatler ve Mehpare Çelik’le Gün Başlıyor’lar diyesi geliyor insanın.
Sanatın, müziğin yozlaştığı bir zamanda yaşadığımızı bugün bir kez daha anladım. Eskileri ve eski günleri özlemle anarak…
Dinlediğim müzikler beni mutlu etse de gelecek günler için kaygım daha da artıyor. Ne yazık ki bizden sonra gelecek olan nesil, yozlaşmış ilişkilerle daha çok yıpranacak ve bizim gördüğümüz güzellikleri bile göremeyecekler.
Etrafımızdaki insanların çıkarcı, dolandırıcı ilişkileri, birbirine bağırarak, saygısızca, küfürlü konuşmaları. Saldırganlıklarının artması ve bunun ötesinde kültürlerini koruyarak, yaşayarak, doğruyu, yanlışı ayırt edememeleri. Çoklu seçeneklerden doğru olanı seçememeleri ne kadar acı!
Bu yozlaşmadan en çok etkilenenler de çocuklar oluyor maalesef. Güya müzik diye önüne konan ne varsa hepsini dinliyorlar. Amaç vakit geçsin, iyi ya da kötü önemli değil. Sadece dinle!
Kapitalist rejimlerde, reklamları kullanarak dayatma vardır. İnsanların gözüne zorla soktukları reklamlarla, doğruyu, yanlışı seçme yetisinden daha doğrusu düşünme becerisinden yoksun bırakırlar ve sürekli tüketmeye yönlendirirler. İyi ya da kötü fark etmez, durmadan tüketin. Zamanı, hayallerinizi, umutlarınızı düşünmeden tüketin! Size verilen komut budur.
Düşünme yetisini yok etmek içinde katkılı gıdaları, yapay yiyecekleri kullanırlar. İnsanların genleriyle oynayarak, cinsiyet kavramını ortadan kaldırmaya çalışırlar. O da yetmezmiş gibi kanserojen maddelerle insanları ilaçlara bağlı yaşamaya mahkûm bırakırlar.
İnsanların yapısı bozma merakı hala devam etmektedir. İnsanoğlunun kendi kendine yaptığını kimse yapmazmış, derler ya doğruymuş.
Bu bozulma her anlamda oluyor. Siz ne kadar bundan kurtulmaya çalışsanız da bunu önleme şansınız yok. Televizyon, internet, istemeyen mesajlar, mailler sizi hep bu yöne sevk ediyor.
Bizim bilinçli bireyler olarak bu bozulmaya dur dememiz gerekiyor. Bunun için, kendi kültürümüze, Türkçemize sahip çıkıp, tüketim toplumunun bir parçası olmaktan vaz geçip düşünen, sorgulayan bireyler olmamız gerekiyor.
Şevket Uğurluer’in güzel bir müziğiyle başladığım yazımı, ümitsizlikle bitirmek yerine, yine müzikle bitiriyorum. Bunun için de daha önce tanışma şansına eriştiğim üstat Edip Akbayram’ın şu sözlerini söylüyorum:
Çocuklar inanın inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz güneşli günler
Motorları maviliklere süreceğiz
Güzel günler göreceğiz güneşli günler…
Neslihan Minel