Mart sonunda okulun yanındaki bahçede kaysılar çiçek açardı. Karıncalar uyanırdı, toprak uyanırdı, kuşlar ve kaplumbağalar… Kaysı çiçekleri aşağıdaki anızlara titreyerek uçardı. İçimizde tarifsiz bir bahar hevesi… Yaşlılar kapı önlerinde güneşlenmeye başlarlardı. Kadınlar güneşli havalar birbirini izlemeye başladığında evdeki yatak ve yorganları çimenlere çıkarırdı. Bu köyün içinde bir yaşlı adam vardı. Ne bahar telaşı umurunda, ne ahır ne davar derdi. O güneşli kuytuları tanıdığım bildiğim herkesten çok severdi. Söylemesi ayıp ama adını bilmezdim. Ne o benimkini sordu ne de ben onunkini… Soran olursa Hurşit Abinin babası derdim. Gerçekten gözünün biri kör müydü? Yoksa o etrafa bakmak için ikisini birden açmayı gereksiz mi görüyordu? Bilmiyorum. Evin kerpiç duvarına yaslanıp uzanırdı. Selam veren olursa mırıldanır gibi karşılık verirdi. Ne dediğini anlayamazdınız. Zaten onun da hiç kimseyi bir şeyi uzun uzadıya anlatası da yoktu. Şimdiki aklımla o dedeye tepeden tırnağa hak veriyorum. Üç günlük ölümlü dünyada ne kadar da gereksiz ve boş bir çaba… Bir şey bir şeyi yemiş kemikleri kalmış. Kulak asma, adam sen de.
Hepimiz duymuşuzdur. Ben insan sarrafıyım. Karşımdakinin gözüne bakınca notumu veririm. Şıp diye ne mal olduğunu anlarım. Bence duyup duyacağımız en büyük palavra budur. Zerre kadar önem vermemek gerek. Günün önemli bir bölümünü yatarak geçiren bu adam meğer bütün gençliğini yürüyerek geçirmiş. Bu köyden yola çıkıp ta Suriye’ye gidermiş. Demircik ’ten çıkıp birinin Suriye’ye kaçağa gideceği kimin aklına gelir? Hani ata binip en azından Antakya’ya kadar falan gitse. Oradan yürüyerek sınırı geçse azıcık akla yatkın gelebilir. Çanak, tabak, fincan takımı, kumaş, çay falan getirirlermiş. Gece yürür gündüzleri uyurlarmış. Çünkü Jandarmalar yakalarsa işin içinde hapis yatmak var. Hapis yatmaya ne var? Bütün eşyanı, paranı alırlar. Bir de devletle başın derde girince insanda rahat huzur mu kalır? Kaçakçı dendi mi ilk önce gelip seni bulur. Eliyle koymuş gibi…
Anlatılanlara göre o günlerin birinde dağ bayır giderken bir çobana rast gelmişler. Çoban sırtında yükleri ile bunları görmüş. Mecbur çobanı bağlayıp geceye kadar tutmuşlar. Neden bağlamışlar diye sordum. Çoban gidip haber vermesin diyeymiş. Ayağına çok çabukmuş. Onunla birlikte yürüyebilmek herkesin harcı değilmiş. O yavaş yürüdüğünde bile birlikte yola çıkanlar kırılıp dökülürmüş. Gençken onun ne zaman uyuduğunu, ne zaman yola gittiğini kimse bilmezmiş.
Ben nineyi yani eşini hiç görmedim. Sanırım hakkın rahmetine kavuşmuştu. Dede ve nine gençken hatta nişanlıyken Şimdi bizim duvar dibinde yatan dedemiz sabahın alacalanmasından önce yola düşüp yukarıdaki köyde gidermiş. Nişanlısının köyüne işte… Kız sabahın ilk aydınlığında suya inermiş. Onu uzaktan görüp geri gelirmiş. Ne kadar nişanlı kalmışlarsa bunu her sabah yapmış. Kimsenin ruhu bile duymamış. Yaş kemale erdikten sonra kendi anlatmış. Ben üçü beşi bilmem. Ummadık taş baş yararmış. Yalansa vebali anlatanların boynuna…
Mart sonunda Söğütlü Çayı kıyısındaki elmalar çiçek açardı. Pancar için tarlalar sürülmeye başlanırdı. Pulluğun arkasında tarlaya inip kalkan kuşlar görürdüm. Saksağanlar, kargalar, şerceler ve yaban güvercinleri. Siyah toprak devrildikçe bir iki saat boyunca boyanmış deri gibi parlardı. Ben çiçeklere heveslenirdim. Hep dallarında kalsınlar, savrulup gitmesinler isterdim. Ama baharın bir ömrü vardı. Çiçeklerin, ağaçların, insanların hatta anıların bile…
Bursa
Mart 2018
Seyfullah