“Savaşların kazanını yoktur. Tek mağlubu vardır o da analardır.”
Yeni taşındım… Temizlik yapıyorum… Ütüler bitti tam üç saatimi aldı şimdi sıra camlarda. O kadar camı silmek ne kadar zamanımı alır bilemiyorum. Sonra çiçekleri sulayacağım derken, İlber Ortaylı’nın sesi yükseliyor radyodan…
En son olarak; “Defterimden Portreler” kitabını okumuştum büyük üstadın. Sadece Kanuni’yle ilgili bölümüne bakmak için aldığım kitap tam beş saatimi almıştı. O kadar sürükleyiciydi ki elimden bırakamamıştım.
Kitabın içinde; Kösem Sultan, İsmail Cem, Cemil Meriç, Ayla Erduran, Neslişah Sultan, İhsan Doğramacı, Beethoven’na kadar daha birçok isim vardı.
Bildiğim ve bilmediğim birçok şeyi tekrar öğrenmiştim bu kitapla. Prens Eugen’in 18. yüzyılda Osmanlıyı yenen tek Avusturyalı olduğunu, “Hafız” kitabının bütün Edebiyat ve Felsefe camiasını felç ettiğini, Don İzzettin Paşa’nın yerel müzikten etkilendiğini vb. şeyleri öğrenmiştim bu kitapla.
Bunun yanında bize Tolstoy’un karısından kaçarken bir tren istasyonunda öldüğü anlatıldı yıllarca ama öyle değilmiş. Karısı tam tersine kötü değil, ona yardım eden, sabahlara kadar notlarını temize çeken biriymiş. Kösem Sultan içinde cani, kötü kadın yaftası yapıştırılmış, onun ölümünden sonra on bin kişinin aç kaldığı unutularak.
Bu bilgilerse yanlış bildiklerimmiş.
Kısacası tarihe ışık tutan, farklı bir bakış açısıyla eleştiren, okunması gereken bir kaynak; “Defterimden Portreler …”
Onun kitaplarını okuduktan sonra nerede yakalaya bilirim acaba diye takip etmeye başladım…
Ve en sonunda tanışma şansına sahip oldum.
Kendisini Interpol salonunda hayretle dinledim, derin tarih bilgisine hayran kaldım. Tüyap Kitap Fuarında kitaplarını imzalattım.
Radyoda duyduğum bu büyük sesi pür dikkat dinleyip not almaya başladım. Sakarya savaşından, Sevr’den bahsediyordu.
Sevr’le ilgili: “Bu kaçınılmazlık bize ağır ödetildi. Yenilenlerle yapılan hiçbir anlaşma Sevr kadar korkunç değildi. Biz Sevr’i reddettik. En ağır bedeli ödedik” dedi.
“Balkanlar’dan beri bu Anadolu göç kitleriyle doldu. Birinci harp feci şekilde insan yedi. İki dünyayı bilen entelektüel sınıf yok oldu. Halkın önüne düşecek insan kalmadı.” dedi.
Bu anlatımdan sonra programının sunucusu Didem Hanım hüzünlü bir sesle biraz da burnunu çekerek Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” kitabından bölümler okumaya başladı. Ses tonundan ne kadar duygulandığını anlayabiliyordum.
Çanakkale savaşının zorluklar içinde, ne kadar büyük kayıplarla sürdüğünü anlatan metni dinledikten sonra ilkokul öğretmenimin; “Üç tarafımız denizlerle, dört tarafımız düşmanlarla çevrili” sözleri kulağımda çınladı.
Sonra tarih kitaplarında okuduğum; “Çanakkale boğazına ilk İngiliz savaş gemileri 18 Mart 1915 tarihinde giriş yapmıştır, Nusret mayın gemisi döşenen mayınlara çarparak denizlerin derinliklerine gömülmüştür. Türk milleti Çanakkale Savaşı’nda destansı mücadele göstermiştir. Kahramanlıklardan birisi Seyit Onbaşı’nın tek başına atış yapmasıdır.” bilgilerini tekrar hatırladım.
Ve Atatürk’ün; “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum!” sözünü burada söylediğini anımsadım.
Tarih okumayı, tarihi yerleri görüp o yıllardaki yaşananları anlayıp, o günlere geri dönmeyi seven ben için bu program iyi bir fırsat olmuştu.
30 Ağustos’un 96. yıl dönümünde eski günlere geri dönmüş Çiğiltepe’ye çıkma anımızı hatırlamıştım. O günlerin ruhunu anlamak için yollara düşmüştük Ağustos sıcağında.
Şimdi bayram günü dinlediğim programla aynı duyguyu tekrar yaşadım.
Teknolojiye karşı olan, televizyondaki ve diğer medya kanallarındaki programlarının gereksizliğine inanan ben için bu program eşsiz bir fırsat olmuştu.
İnsanların boş yere oyalandığı, gazetelerde okuyacak bir şeyler bulamadığımız bir zamanda bu tarz kaliteli programların olması beni çok memnun etti.
Gelecek nesillere faydalı olması ve okullarda konu olarak işlenmesi açısından bu tür kaynakların saklaması gerektiğine inanıyorum.
Özellikle Çanakkale savaşıyla ilgili ne kadar film yapılsa, ne kadar yazı yazılsa azdır. Türk milletinin fedakâr insanlarının çabalarıyla kazanılan bu zafer yokluk, yoksulluk tüter.
Kadınların kağnılarla savaşa mermi taşıdığı. Askerlerin sabah üzüm hoşafı, akşam yağlı buğday çorbası içtiği. Öğle yemeklerinin olmadığı acı dolu günlerdi.
Küçücük çocukların askere alındığı, anaların arkasından ağıtlar yaktığı çoğu kişinin evine dönmediği gibi mezarlarının yerinin belli olmadığı bir savaştı Çanakkale Savaşı.
Savaşlar yaralananları ve ölümleri anlattığı kadar arkasında bıraktığı yetimleri de hatırlatır. Herkesin ailesinde muhakkak Çanakkale’de yatan birileri vardır ya da gidip dönmeyen kayıpları.
Bu sadece bizim için değil bütün milletler için böyledir.
Programda insanoğlunun aynı çatı altında yaşadığını, aynı duygulara sahip olduğunu gösteren şu olay kardeşlik duygusunu perçinler:
Türk askerine, yabancı bir askere yardım etmesinin nedeni sorulduğu zaman; “Cebinden bir kadın resmi çıktı. O resmin annesi olduğunu düşündüm. Onun için yardım ettim. Çünkü benim annem yoktu.” demesi, insanların kardeş olduğunu ve savaşın kaybedeninin analar olduğunu gösteren en güzel örnektir.
Atatürk’ün bu analar için söylediği:
“Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.” sözü ne kadar büyük ne kadar hümanistçe bir sözdür.
Buna cevap olarak gelen bir Anzak Annesi tarafından yazılan mektup da aynı güzelliktedir:
“Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını alicenap sözleriniz hafifletti. Gözyaşlarımız dindi. Bir ana olarak bana bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında huzur içinde dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine “Ata” demek istiyoruz. Çünkü yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce, ilahi.
Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla…”
Bundan daha güzel bir söz daha güzel bir cevap olabilir mi?
Programın bitiminden nereden nereye diye düşündüm. Ayakkabı bulamayıp yalın ayak sırtında bebekle cepheye mermi taşıyan Kara Fatmalar… Yemek bulamayıp aç savaşan çocuklar…
Sonra şimdiye dönüyorum. Yemek programlarında az tuzlu, çok tuzlu muhabbeti yapıp burunu kıvıra kıvıra konuşan sonra da utanmadan yediğini içtiği paylaşan görgüsüzler.
Bugünkü halimizi gördükten sonra;
“O iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler” diyorum kalbi buruk bir hüzünle…
30 Ağustos Zafer Bayramı’nın 96. yıl dönümünde özgür kalemimle bunları yazabiliyorsam, bunu alicenaplığınıza, fedakârlığınıza borçluyum.
SİZİ RAHMETLE ANIYORUM… RUHUNUZ ŞAD OLSUN!!!
Neslihan Minel