Bu gece (17Aralık) Şeb-i arus. Yani Hazreti Mevlana’nın düğün gecesi. Öte yandan her şeyini dünyalık üzerine kuranlar bir endişe, bir telaş içinde…
Herkesin kafasında aynı sorular: Bu işin sonu nereye, kimlere uzanacak?
“Ölmek değildir ömrümüzün en kötü işi
Müşkül budur ki, ölmeden evvel ölür kişi”
Yahya Kemal, ölüm temasını en çok işleyen şairlerimizden biridir. Ölmek doğumun izdüşümü.
Önemli olan, yaşadığımız süreyi kendimizle ve çevremizle barışık bir biçimde yaşayabilmek. Ölmeden evvel ölmek, sanırım ölümlerin en kötüsü.
Lidya Kralı Krezüs zenginliğiyle ünlüdür. Bir gün Solon’u çağırtır ve ona hazinelerini gösterir ve sorar:
“Söyle bakalım, benden daha mutlusu var mı yeryüzünde?”
Solon:
“Atinalı Tellos ” diye yanıtlar bu soruyu. Gerekçesini de şöyle açıklar: “Çünkü Atinalı Tellos uzun yaşadı. Zengin değildi; ama sıkıntı da yaşamadı. Oğulları ve kızları onu hiç üzmediler. Siz bugün zengin ve mutlu olabilirsiniz; ama gelecekte ne olacağınız bilinmez.”
Krezüs kızar ve onu zindana attırır. Bir zaman sonra Lidya’ya Persler saldırır bu savaşta Krus, Krezüs’ü yener . Onu kent meydanında ateşe attıracakken “Solon, Solon!” diye bağırır Krezüs. Krus merak eder ve Solon’un kim olduğunu sorar. O da öyküsünü Krus’a anlatır. Krus bu öyküden ders alır, Krezüs’e canını bağışlar, Solon’u da kendisine danışman yapar.
Öykü ne derece doğrudur bilemem. Ancak Solon’un mutluluğun kaynağı olarak gösterdiği şeyler bugün de geçerli.
Bir şiirinde Yunus ;
“Ten fanidir, can ölmez, çün gitti geri gelmez
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.”
dizeleriyle ölümün salt beden için geçerli olduğunu, canların (Ben sevilenler diye algılıyorum.) ölümsüzlüğünü dile getirir. Yunus’un bu sözleri, benim de yaşam felsefemin itici güçlerinden biri.
Yıllar önce kardeşlerimle birlikte Köyceğiz Ekincik Koyu’na geziye gitmiştik. Akşam vakti konaklayacak bir yer bulamadık. Çaresizlik içinde kıvranırken bir adamla tanıştık. Adam:
“Benim kiracımın orada konaklayabilirsiniz.” dedi.
Bizi, kır kahvesi gibi bir yere götürdü: Bir küçük kulübe, bir büyük dut ağacı ve Ege’de sıkça gördüğümüz türden çardak… Çardağın bir köşesinde de servis yapılan bar… Buzdolapları ağzına kadar mevsim meyveleri ve balık çeşitleriyle dolu. Kiracısı birkaç günlüğüne İstanbul’a gitmişti. Yarın sabah burada olacaktı.
Çardağın altına çadırlarımızı kurduk. Herkes bir yerlere girdi, yattı. Bana ise yatacak yer kalmamıştı. Mal sahibi: “ Sen de kulübeye giriver. Kiracının karyolasında yatarsın.” dedi. Olurdu olmazdı derken girdim, yattım. Daha ilk uykuya bile varmamıştım ki, duvarlara vuran kuvvetli ışıklarla uyandım.
Kiracı İstanbul’dan dönmüştü. Alelacele toparlandık.
Sakallı genç bir adam, aydınlık yüzlü bir kadın ve 7-8 yaşlarında bir çocuk. 800 bis ile gelmişlerdi İstanbul’dan. Yerlerini izinsiz işgal ettiğimiz için özür diledik. Onlar bizden özür dilediler uykudan uyandırdıkları için. Oturduk sabaha dek söyleştik.
Adam felsefeciydi. Eşi de Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. Bu genç felsefeci, bizim değer olarak bellediğimiz birçok şeyi aşmıştı. Eşi de kendini, insanlara iç huzuru dağıtmaya adamış gibiydi.
O geceden bir çıkarım (haşiye): “ Binlerce yumurtayı peteklere dolduran arı da, milyonlarca çiçek tozunu rüzgârın kollarına bırakan elma ağacı da özünde aynı çaba içindedir. İnsanın yaptığı da bundan başka bir şey değildir: Soyunu devam ettirmek ve ölümsüzlüğü yakalamak…”
“ Niçin yazıyorsunuz?” diye sormuştu genç felsefeci.
“ Duygularımı, düşüncelerimi paylaşmak için.” demiştim.
“ Hayır, hayır! Paylaşmak değil bu. Başkalarının duygu ve düşünce dünyasını etkilemek, kendininki gibi kılmak. Dahası onlarla birlikte yaşamaya devam etmek…”
“ O denli iddialı olmadım hiç .”
“ Sıradan insanların farkına varamadıkları ölümsüzlük yoludur bu. Bir tür tanrılıktır sanatçıların peşinde koştuğu. Don Kişot, Goriot Baba , Monalisa , Don Giovanni… başka insanlarla buluştukları sürece, yaratıcılarını da yaşatmaya devam edeceklerdir. Çünkü onların yaratıcıları, tüm üstün insanlar gibi, insana özgü ölümsüzlüğün, yalnızca insana özgü yaratılarla gerçekleşeceğinin farkındadırlar.” Üstüne basa basa da eklemişti:
“Sizce de insana yaraşan ölümsüzlük bu değil mi?”
Yazma eylemini, ölümsüzlük peşinde koşmak adına yaptığımın farkında değildim. Ancak genç felsefecinin dediklerini zamanla daha çok düşünür oldum.
Sokrates, Dante, Yunus, İbni Sina, Pasteur, Rubens, Levnî, Chopen, Itrî…. yüzyıllardan beri yaşıyorlar benim için. Ruhlarından süzülen güzellikler, beynimde yüreğimde yeni güzellikleri mayalıyor. Ben de kendi baharımın kalıcı çiçeklerini açabilme sevdasıyla yanıp tutuşuyorum.
“İnsan iki kez ölür
Biri can tenden ayrılanda
Öteki adını anan kalmadığı zaman…”
Gerçek ölüm adımızı anan hiç kimsenin kalmadığı zamandır.
Mevlana, 746 önce bu gece bu dünyadan tensel olarak göçmüş olsa da hâlâ milyonların kalplerinde dipdiri.
Mevki makam sahibi olmuş nice insanın üç kuruşluk dünya nimeti için “ölmeden önce ölmesi” ne hazin değil mi?
HAT, Kirpinin Dansı’ndan, Arkeoloji ve Sanat Yayınları
Hamdi Topçuoğlu