“Bir muhabir, bütün ömründe bir kitap yazabilişse, dünyaya beyhude gelmemiş demektir. “Hüseyin Cahit Yalçın
“Bu kitabı okumak adeta bir borçtur ve bir vazifedir.”
Behçet Kemal Çağlar
“Zeytindağı, Cumhuriyet devri edebiyatının en büyük hadiselerinden biridir. “
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı’nı okuyorum…
Her satırının altını çizerek okurken, eski anılarımı da tazelemiş oldum.
Şam’dan, Halep’e güneş altında dolaştığım günleri hatırladım. Halep Çarşısı’ndan sabunla, ipek aldığımı anımsadım. O günlerin üzerinden çok geçmeden Şam, Halep, Humus, Hama yerle bir oldu. O eserlerin kalmadığını söyledi Suriyeli arkadaşım.
Başka bir yerde; “Sina bölgesinde hiç kaynak suyu yoktur. İsrailoğulları’nın kırk yıl kaybolduğu çöl burasıydı “ dediği satırlar, Mısır’da dolaştığım günlere geri götürdü. Piramitlerin olduğu Gize ’ye, Firavunlar Köyü’ne, karmaşık ve gürültülü trafiğiyle Kahire Köprüsü’ne oradan da Tur-i Sina Dağı’na. Öyle bir yer ki büyük bir gürültüyle parçalanmıştı. Bu özelliğinden dolayı da, ayakkabıyla basılmayacak kadar kutsaldı. Hz. Musa ve inananların kırk yıl kaldığı bu çöl toprağı, büyük bir mücadelenin timsali olmuştu; umudun ve kurtuluşun. Bu yüzden olacak ki ziyaretçi sayısı, inanılmayacak kadar çoktu.
“Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lut denizine bakıyorum,” diye başlayan yazı, Zeytindağı’nın beyaz esrarını anlatmıştı. Bu esrarla, Cehennem Vadisi’ndeki suskunlar, Sırat Köprüsü’nün kurulmasını bekliyordu.
Buradan Şeri-a’ya doğru yola çıkınca, hurma ağaçlarıyla, bedevilerden başka kimse yoktu. Kurt resmi bulunan Hz. Yakup’un kıraç toprakları kas katı kesilmişti.
“Lut çukuru, şimdi bütün imparatorluğu içine çeken bir mezar gibi genişleyip, derinleşiyor. Hz. İsa’nın yıkandığı Şeri-a, balıkların öldüğü Lut Gölü…” sözüyle, Lut Gölü’nün lanetini anlattığı kadar, tuz oranının ne kadar yüksek olduğunu da anlatıyordu. Ürdün savaşından kalan mayınlarla dolu alanın her tarafı, tellerle çevrilmişti. Girişteki küçük bir bölüm mayınlardan temizlenmiş, plaj olarak kullanılıyordu. İnsanların şifalı bulduğu yerde yüzenler vardı.
Burada Hz. İsa eşeğiyle gezdiği için boz eşekler görmeniz mümkündü. Amaç bunlarla fotoğraf çektirmekti. Hz. Yahya da burada öldürülmüştü.
Bu açıdan bakılınca çok önemli bir yere sahipti bu kıraç topraklar.
“Ceylan gözleri çölün gözleri gibi. Sanki çölde esrarlı gözler doğuyor ve batıyor.” Bu sözler, yıllar önce çölde safari yapmak için gittiğimde aniden çıkan rüzgârı hatırlattı. Arabaların geçtiği yerlerden kalkan kumlardan, göz gözü görmüyordu. Yukarıdan, aşağıya kayarak inen safari araçları kayarak yuvarlanıyordu.
Ve çadırlarımızı uçuran, gözlerimize toz dolduran çöl rüzgârları. Öyle ki ayakkabılarımın içinden bile kum çıkıyordu. Bu fırtınadan kaçmak için ne kadar büyük bir güç sarf etmiştik.
“Senelerden beri ılık mezarların içinde uyuyan ölülerin kemikleri bize kadar geldi.”
“Su içmek değil yapışık çamur yutuyoruz. Boğazımdan geçerken katı ve yuvarlak bir şeymiş gibi hissediyorum. Büsbütün aç, bir parça ağaç kışrı ve bir kuru portakal bile bulamayan karınları, bağırsaklarının içine karışmış, sürüne sürüne kaldırım üstüne çıkan insan iskeletlerinin son iniltisini dinliyorduk. Belediye ölü ve can çekişenleri topluyordu. Gün doğmadan sokağı susturmak lazımdı.”
Bu sözler, savaşın gerçek yüzünü gösteriyordu ve “Batı cephesinde yeni bir şey yok” filmini anımsattı. Askere büyük bir heyecanla alınan gençlerin uğradığı hayal kırıklığını. Ne ümitle gitmişlerdi ama hiç biri geri dönemedi. Kiminin ayağı kesildi, kimi bir şarapnelle parçalandı. Ve arkalarında kalan gözü yaşlı aileler…
Filmdeki Alman gencin savaşı sorgulamasında derin felsefeler vardı: Birileri bir şeyleri paylaşamıyor ve bizi gönderiyorlar. Niçin savaştığımızı bilmeden öldürüyoruz. Çünkü öldürmesek, öleceğiz. Fransızlarla, Almanlar arasındaki sorun ne?
Buradaki sorgulama aslında bütün insanlığın cevabını araması gereken sorularla doluydu.
Dünyada insanlara yetmeyen neydi? İnsanlar neyi paylaşamıyordu?
Yeryüzünde o kadar zenginlik varken, insanlara neden yetmiyordu?
Savaşın ne olduğu bilmeden ölen, çocukların günahı neydi?
Filmde en beğendiğim şey, Alman askerinin, Fransız askerine yardım etmesiydi. Matarasında su bulamayınca, çamurlu suyu içirerek iyileştirmeye çalışmasıydı.
İnsanoğlunun içindeki kötülüğün doğuştan gelmediğinin, bunun başkaları tarafından zorla aşılandığının deliliydi bu. Özellikle karısının ve kızının resmine bakarak, ailesine bakacağına dair vaatlerde bulunması, duygulu ve samimiydi.
Ve savaş alanındaki o güzel kelebek. Ona ellerini uzatmaya çalışırken, bir düşman askeri tarafından acımasızca öldürülmesi.
Savaşların gerçek yüzü buydu işte. Tepedeki birilerin aldığı kararlarla, silah tüccarları zengin olurken, gencecik çocuklar amaçsızca ölüyordu. Ve bunların arkasında kalan yetimler…
Okuduğum kitap ve izlediğim filmden şunu öğrendim; “Savaşların kazananı yoktu, tek mağlubu vardı o da analardı.”
Neslihan Minel