17.5 C
İstanbul
23 Kasım 2024, Cumartesi
spot_img

KEMERALTI

Kemeraltı’nda ne ararsan vardır. İncik, boncuk, gümüş, altın, pırlanta, don, gömlek, pantolon ve ayakkabı… Turşucu, peynirci, kahveci, tarçın, karabiber hatta saç jölesi. Sünnet giysileri, damatlıklar, gelinlikler, çeyizlik danteller, yorgan ve perdeler… Münasip yerinize yakmak isterseniz kına bile vardır. Kentlerin en kalabalık sokakları hep akşamdan kalmadır. Ancak öğleye doğru uyanıp kendine gelirler. Kemeraltı da tıpkı onlar gibidir. O bildik insan seli öğleye doğru akmaya başlar. Ve hava kararıncaya kadar hiç kesilmeden gürül gürül akar. Bundan otuz yıl önce o kalabalıkta akmayı severdim. Şimdi beni sarhoş ediyor. Kendimi çarçabuk o arka sokağa atıyorum.
 
Hep aynı çay ocağının önünde alçak bir tabureye otururum. Çaycı, “hoş geldin abi, der. Tanıdık bir yüz görmek yeter. Tanıdık bir ses işitmek. Bir şey söylememe bile gerek yoktur. Bir dakika geçmeden çayımı getirip küçük bir sehpa üzerine bırakıp gider. Bazen yanında küçük kızı da çalışır. Okuldan sonra veya hafta sonları… Kendi yağında kavrulan insanlar işte. Gereksiz sorularla kafa açmaz. Muhabbet kurayım falan derdinde değildir. Sorarsan söyler. Hepsi bu… Yakında üstümüzdeki asma ve sarmaşık iyice yeşerir. Çadır gibi sokağın üstünü kapatır. Çaycı yerlere su serper. Sıcaklar sokakları kavurmaya başladığında Kemeraltı’nda buradan iyisini bir yer bulmazsınız.
 
Büyük kentlerde insanlar sokakları izler. Saatlerce gelip geçene boş boş bakıp dururlar. Bu sokağın işlek ve pek seyirlik değildir. Tek tük gelip geçenler de ahşap eşyalar, çiçek tohumları almaya gelenlerdir. Oturduğumuz yerin yirmi metre ilerisinde bir kebapçı vardır. Öğleyin arası birden arı kovanı gibi işlemeye başlar. Masaı, sandalyesi yok desem yalan olmaz. Tepsiye konmuş dürümler, ayranlar çıkıp gider. Kendine göre müşterileri vardır. Kimisi kapısında ayakta dikilerek karnını doyurur. Kimisi taburelere çöker. Güleç yüzlü genç bir kadın siparişleri götürür. Hafif tombulca ve akça pakça… Göğsünün çatalı kışın bile kapanmaz. Hep güleçtir, hep kıpır kıpır…
 
Az ötemde bir adam oturuyor. Sigarasından bir fırt çekiyor, bir yudum çaydan alıyor. Çayı mı sigaraya katık ediyor, dumanı mı çaya bilemezsiniz. Takım elbisesi, kravatı gömleği jilet gibi… Çay ocağın önünde oturmuyor olsa kesin önemli biri. Politikacı ya da vali falan… Ama önemli adamlar yüz elli kuruşluk çay içmez. Biz de adet böyledir. Otururken selam vermiştim. Arada bir bakışları bana kayıyor. Laflayacak gibi ama nerden başlayacağını bilemiyor. Bir şey söyleyip lafın önünü açayım bari.
 
Sigara ile ahbaplığın nasıl gidiyor? dedim.
Kötü dosttan iyidir, dedi.
Kaç yıldır berabersiniz.
Karımla birlikteliğimizden bile uzun, dedi.
Sen yine de ablamın yanında söyleme, dedim.
O Rekabete hiç gelemez. Hayatta söylemem.
Takımın çok şıkmış. Hala çalışıyor musun?
 
Emekli olalı yirmi seneyi geçmiştir. Takıma gelince o de karımın suçu. Ne verirse giyip çıkıyorum. Kendi başıma kravat bile bağlayamam.
Sonra iri bir kedi geldi. Herkesin ayaklarına sürünüp kendini sevdirmeye çalışıyordu. Onun kucağına atladı. Üstüm kirlenir falan demedi. Bir eliyle kediyi kolunun altına alıp sevmeye başladı. Kedinin mırıltısı beş tabure ileriden bile duyuluyordu.
Seni tanıyor galiba, dedim.
 
Nerden tanıyacak, yumuşak yüzlü gördü herhalde.
Kediyi severken sigarasını bıraktı, çayına uzanmadı. Küllükteki sigara yanıp gitti. Çayı da buz gibi oldu. Kedinin de, yaşlı adamın da keyfi yerindeydi. Kedi sıkıldı kucağından atladı gitti. Adam kendine bir çay söyledi. Fötr şapkasını kucağına alıp eliyle saçını düzeltti. Sonra azıcık bana döndü.
Bin dokuz yüz elli yedide geldim ben İzmir’e, dedi. Burdur’un Gölhisar’ından… On dördüne yeni girmiştim. Buraya geldim. Kemeraltı’na… Bekâr odaları kiralardık o yıllarda. Ne iş olursa yapardık. Ama ben daha çok tezgâhtarlık yaptım. Sabahın köründen akşamın geç saatlerine kadar hep ayaktasındır. Dışardan anlaşılmaz ama çok zordur. Bu hiç değişmedi. Ha çok zordur.
 
Bir çocuk ne diye küçük bir köyden çıkıp buraya gelir? Bin kilometre uzakta, yabancı bir şehre, neden? Belki annesi ölmüştür. Babası yeniden evlenmiştir. Üvey anne bu belki ekmek vermiyordu. Belki kötü söz söylüyordu. Dayanamayıp kaçmıştır. Babası da ölmüş olabilir. . Anası yeniden evlenmiştir. Ama üvey baba çocukları istememiştir.
 
Askerden önce bir dükkânda çalışıyordum. Manifaturacı da. O zaman hazır elbise yoktu. Manifaturacılık güzel işti. Patronum da baba adamdı. Haftalıklarımdan hariç kıdem tazminatı gibi çıkardı toplu bir para verdi. Hem yol harçlığı yaptım. Hem de askerliğim boyunca tam yirmi dört ay a harçlık yaptım. Askerden dönünce beni yine işe aldı. Artık kalfa gibi bir şey olmuştum. Dükkân neredeyse benden soruluyordu. Ama dayanamıyordum. Ayaklarımın ağrısı canıma tak etmişti. Sızlamasından geceleri uyku uyuyamıyordum. En sonunda canıma tak etti. Patrona gittim. Baba, ben artık dayanamıyorum dedim. Yapma, etme, dedi. Yalvardı yakardı ama bıraktım. Bırakırken bana kızacağına yine elime toplu bir para verdi. Yolun açık olsun oğlum, dedi.
İyi adammış, böylesi şimdilerde zor bulunur, dedim.
 
Çok uzağa gitmedim. Tekerlekli bir seyyar satıcı arabası aldım. O zamanlar şimdiki gibi yasak masak yok. Zabıtanın esamisi bile okunmuyor. Dükkânda haftada aldığım yetmiş lirayı günde kazanıyordum. Mevsimine göre taze meyve, sebze satıyordum.Kısa zamanda epey sermaye biriktirdim Şimdiki Üçyol’un biraz içerisinde bir bakkal açtım. Bak, sana şimdi duymadığın bir şey söyleyeceğim. Bakkalın yanında küçük bir depom vardı. Orada buz satardım. O yıllarda kimsede buzdolabı yoktu. Bakkaldan kazandığımdan daha çok buzdan kazanırdım. Belediyenin buzhanesi vardı. Getirirler kocaman buzları bırakıp giderlerdi. İsteyene yarım kilo isteyene beş. Bakkalı boş ver, sadece buz satsam yeterdi.
Dondurmacılar da alıyor tabi, dedim.
 
Dondurmacılar, limonatacılar, meyhaneciler de ama insanlar evlerine onlardan daha çok alırlardı.
Zengin olmak ne kadar basit bu ülkede… Ne yaratıcı bir fikir gerek. Ne de iyi bir eğitim. Hap yap, para kap dedikleri bu olsa gerek. Kırk yıl sabahın köründen gece yarısına kadar çalışırsın. Karnını zor doyurursun. Yeri doğru seçilmiş bir simit tezgahı ile çarçabuk zengin olabilirsin.
Yetmişli yıllardan söz ediyorum. Bir gecede her şey yer altına iniyor. Ara ki bulasın. MC (Milliyetçi Cephe) düşüyor. Ecevit hükümeti kuruyor. Ertesi gün yağ yok, tüp yok, gaz yok, benzin yok, çimento, demir, sigara, çay ve şeker de yok. Her şey karaborsa… Bire al beşe sat. Böyle tatlı para dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Bir depo kiraladım. Peşin param da var. Çimento satıyordum. Bir de karpit. Oksijen kaynağı için. Adam avuç dolusu para döküyor. Buldum diye de çocuk gibi seviniyor. İzmir’den Antalya’ya bile mal gönderirdim. Alanı bilmem, tanımam, Malı çıkarırım. Bir telefon param anında bankaya yatar. Senet yok, sepet yok.
 
İhtiyara bak sen. Zamanında tam bir pislikmiş. Karaborsacı, stokçu hergelenin biri… Yaptığı sanki yasal, dürüstçe bir şeymiş gibi anlatıyor. Fırsatçılık yaptığını ve haksız kazanç elde ettiğini zerre kadar bile hesaba katmıyor. İçimizde bu adamlardan ne kadar çok var. Aklımdan geçenleri söylesem ne değişecek ki. Birden yahu ben gerçekten çok çirkin şeyler yapmışım. Hem kendime hem de insanlarımıza istemeden zarar vermişim mi? diyecek.
 
Şimdi senet sepete bile kimse güvenmiyor. Birine azıcık güvenip sırtını dönüverecek olursan anında satar adamı. Piyasadan siliverirler. Ertesi güne çıkamazsın, dedim. O da anlatmaya devam etti.
 
Şimdi çalmayana deli gözüyle bakıyorlar. O yıllarda her şey güven üzerine kuruluydu. “Parayı bu gün çıkardık,” demişse kesin çıkmıştır. Güzel günlerdi. Çok para kazanınca insanın kanı bitlenirmiş. Kaşınmaya başlarsın. Arkadaşlar gaz verdiler. Aslansın, kaplansın, sen yaparsın… Dolduruşa geldim, inşaat işine giriverdim. Ben inşaattan ne anlarım? Gerçi anlayan da zaten yok ya.
Holding oldun yani, Vah babam vay…
 
Dur, bak… İnşaat işinden önce şunu anlatayım. Altıma bir Mercedes çektim. Böylesi Almancılarda bile yok. Simsiyah, yıldır yıldır yanıyor. Memlekete gittim. Birkaç gün gezip dolaşınca Antalya’ya geçeyim istedim. Aklıma mal gönderdiğim şirket geldi. Uğrayıp tanışayım bir çaylarını içeyim, dedim. Hem de karpit taşı bakarım. Uğramışken onlara da sorarım. İzmir’de millet oksijen kaynağı için birbirini yiyor.
Bastım gittim. Antalya’yı hiç görmemiştim. Bir iki gün kafama göre gezip dolaşırım hesabındayım. Meğerse herkesin bildiği tanıdığı insanlarmış. Çabucak buldum. Kim olduğumu söyleyince hepsi birden ayağa kalktı. Kırk yıllık dostları gibi sarıldılar. Bir itibar, bin ikram. Aklın durur. Hemen bana güzel bir otel ayarladılar. Lokantaya götürdüler. Misafirimizsin dediler. Gelmesi senden uğurlaması bizden… İşim, gücüm var etmeyin eylemeyin. Kim dinler. Bir hafta krallar gibi baktılar. Kuş sütü istesem onu bile getireceklerdi. Tek kuruş harcatmadılar. Senin çok ekmeğini yedik biz, dediler. Bana karpit de buldular. Pazarlık ettim, anlaştım. Parasını ödedim. Kamyonu yükleyip peşimden göndermişler. Çok paralar kazandım. Paran varsa ahbabın da çok olur.
 
Böyle arkadaşların ömrü kısa olur. Paran bitince güneş görmüş kar gibi kayboluverirler, dedim.
Sen ne iş yapıyorsun, dedi.
Öylesine bir memurum, dedim. Kendi yağıyla kavrulmaya çalışan.
Aldırma, dedi. Kefenin de cebi yokmuş zaten. Devam etti…
İnşaat işine girdim. Otuz, kırk dairelik binalar yapıyorum. Şimdikilerin yap sat dedikleri gibi. Kenan Paşa gelince zaten karaborsa battı. Özal başa geçti. Sallanmaya başladık. Dolar çıktı, mark indi. Misal demiri bu gün on kuruştan alıyoruz. Yarın otuz kuruşa çıkıveriyor. Devletin kendisi karaborsacı oluverdi. Her şey yüzde yüz artmaya başladı. Yaptığım dairelerden birkaç tanesini zar zor kurtarıp çıkabildim. Tanıdığım herkes battı. Şimdi o dairelerin kirasıyla geçiniyorum.
Kaç daireden söz ediyoruz. Yirmi otuz tane var mı?
 
Yok, nerde? Birinde ben oturuyorum. Kirada da üç tane var. Para içinde yüzdüğüm günler çoktan tarih oldu.
Sigara uzattı. Teşekkür ederim, deyip aldım. Günde üç tane içiyordum. Bu gün dört oluversin, dedim. Ustaya iki çay söyledim. Karşımızdaki demirci dükkânında çiğ bir ışık çakıp sönüyordu. Demirci o dükkanda boy boy mangallar yapıyordu. Varilden yapılmış silindir şeklinde olanlar bile vardı. İnce metal üzerinde tınlayan bir çekiç sesi sokağı yayılıyordu. Kebapçının önündeki marangoz yaptığı küçük komodinlere cila atıyordu. Son zamanlarda tomrukları ince tabakalar halinde kesip dükkânın önüne dizmesi dikkatimi çekmişti. Usta bunlar ne olacak diye sormuştum. Kütük tabakalarını insanlar üzerine esim yapmak için alıyorlarmış.
 
Sohbete ara vermiş etrafı seyre dalmıştık. Amcanın yaşında iki kişi ara sokaktan çıkıp geldi. Birisi kel ve göbekli, birisi fasulye sırığı gibi uzun ve esmerdi. Bence kafaları da biraz iyiydi. Tam karşımıza gelince sokağın ortasına dikildiler. Bir numaraları vardı sanki. Yanımda oturan amca da ne yumurtlayacaklarını gülümseyerek bekliyordu.
Kel ve göbekli olan;
Lan Eşref! dedi. Senin için ibne diyorlar.
Doğru demişler. Senin pezevenk olduğunu da söylemişler mi?
Yok,
Öyleyse eksik söylemişler.
Azıcık ayıp kaçtı sanki, dedim.
Uzun boylu olan;
Sen aldırma onlara, dedi. Fabrika ayarları böyle…

Mart 2020 – İzmir
Seyfullah

Facebook Yorumları
Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,330AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler