Ali’yle ilk karşılaşmamız Zoom üzerinden. İkincisi de. Ardışık aylar boyunca dikdörtgenle tanımlanmış alanda tanıyoruz birbirimizi. Dikey veya yatay. Bu, onun için hayatın yaşanma ve algılanma şekli. E-posta’ya düşen toplantı linklerinden bağlanılan çoklu oturumlardan bahsetmiyorum.
Ali, çoğunlukla kamera arkasından bakıyor sokaklara, mekânlara ve insanlara. “Vapur sesi duyulmuyor, devam edelim çekime,” demek için elini kendi ekseni etrafında döndürüyor veya “Duralım!” diye bağırıyor. O sırada geçen helikopterin gürültüsü nedeniyle hiç olan son otuz saniyeyi yeniden alalım.
Belki de psikoloji okumasının etkisiyle insan hikâyelerini seviyor. “Bir zamanlar” ve “çok yakında” arasında sinemalarda çok şey buluyor görecek, yaşayacak ve anlatacak. Daha geniş, başka renkte bir perspektiften bakmak istediğini düşünüyorum dünyaya, kafasının üzerinde taşıdığı, saçları arasında kaybolmuş güneş gözlüklerini her gördüğümde. Bazen optik olanlarla yer değiştiriyorlar ama hep ordalar. “Uyurken de mi?” diye latife edecek oluyorum. “Eh, bazen,” diyor.
Triton Hub‘da hareket eden fotoğrafları kadrajlamadığı, senaryolardan sahneler yaratmadığı, aynı gün içinde üç ayrı şehirde beş farklı kişiyi nasıl çekeceğiz denklemleri çözmediği zamanlarda rakı şişesinden söktüğü etiketten origami yapıyor. Ambalaj diye önemsemediğimiz bir şey, tavus kuşuna dönüşüyor aniden. Dolaptan su almaya gidip üç portakalla dönüyor ve onları havada çevirmeye başlıyor. Ali, devinimde — biz seyirci koltuğunda.
Galata‘ya yukarıdan bakan pencerenin kenarında gökyüzünün turuncusuna bakıyoruz bir akşam. Mike Mignola’nın çizimlerini çok sevdiğinden başlıyor, anneannesinin olimpiyatlarda koşan ilk Türk kadın atlet olmasına geliyor muhabbetimiz. Ve film setlerinde geçen, senaryoların yüksek sesle okunduğu, birkaç ay sonra radyolarda duymaya başlayacağımız parçaların ilk notalarının yankılandığı evin anımsamalarına.
Beyoğlu‘ndan Tophane‘ye inen yokuşlarda geçen hikâyelerden bahsederken “Ali, nerede yaşıyorsun?” diye soruyorum. Yaşama onun baktığı dört ayrı mercekten dâhil olmak isteğiyle. “Dolapdere,” diyor. Seviyor mu diye merak ediyorum. “Çok.” Birkaç gün batımı sonra Opet’in köşesinde buluşuyoruz — kaldırımı olmayan ve arabaların arasında zikzaklar çizerek ilerlediğimiz Dolapdere yollarında: “19. yüzyılda buraları Pera’dan sonra İstanbul’da Rum nüfusun en yoğun olduğu semtlerden biriymiş. Üzerinde yürüdüğümüz cadde Dolapdere, bir sokak üstümüz Kurtuluş. O dönemki adıyla Tatavla. Rumcadan çevirecek olduğumuzda ‘at ahırları’ demek. Düşünsene, ayaklarımız altındaki asfalt, bundan 130 yıl önce yeşildi. Bostandı. Ve şurası: Lastikçilerin, cansız manken vitrinlerinin olduğu yerler, oralarda atlar takılıyordu. İleride gördüğümüz Panayia Avangelistria Rum Ortodoks Kilisesi‘nin olduğu bölge de Evangelistria, şimdiki ismiyle Yenişehir olarak anılırdı.”
Devam ediyor yolumuz. Arter‘de ne sergiler açılmış, bakalım. Dirimart‘ın gelecek programı neymiş, öğrendik. Pancaldi‘nin birahaneleri hâlâ yerli yerinde, Fill‘de Serkan Abi’ye selam verdik. Mehmet Abi, çaya davet etti. “Börek de alırız,” dedi, teşekkür ettik. Tatavla‘da pezik turşusu neymiş öğrendik. Seymen Sokak‘taki “Eskici” tabelası ne güzel. Zucca‘nın da pizzaları meşhurmuş. Sadece Tatavla‘daki apartman tabelalarından kısa hikâyeler yazılır. Kurtuluş‘ta acilen mahalleli bulmamız gerek! Öneri kutumuz açık.
Biz devam edelim yola, Ali’nin yanı sıra…
Hazal
“Dolapdere’de villalar, siteler yok. Camdan cama muhabbetler, turşucular, günaydınlar ve filozoflar var.”
Mahalle: Dolapdere. Mahalleli: Ali Özbatur. Fotoğraflar: Deniz Sabuncu.
Trafik. Baki. Bahriye Caddesi‘nin fırını önünde sıkışınca ekmek kokuları doldu arabaya. Kırmızı, yeşile dönüp durdukça ilerliyoruz olduğumuz alanda. Yüzüme sıcak ve asfalt çarpıyor. Ufuk, Sururi Parkı‘nı geçtikten sonra biraz daha açıldı. Ne güzel isimler: Bahriye Caddesi, Sururi Parkı. “Geç kaldım, kalıyorum, kesin kalacağım,” endişelerini bir kenara bırakıp sağımda ve solumda yükselen binaları izlemeye başlıyorum.
Eski yıllarda havaalanından dönerken gece yarısı açık manavlarından limonu, şeftaliyi kese kâğıdına doldurmak için durakladığım; tamponunda “Kaderimsin” yazılı, ışıltılı arabalarıyla fiyaka atan mahallenin gençlerine denk geldiğim Kasımpaşa‘dan Dolapdere’ye uzanan yolda, şimdi Sheraton Otel, Yargıcı Genel Merkezi, Shopi go binası, Dirimart Galerisi, Evliyagil Müzesi, Pilevneli binaları dikili. Lastiklerin sergilendiği kaldırımların cansız mankenler dizili vitrinlerle birleştiği kavşakta, dadaist bir şeyler oluştuğunu düşünmeye başladığım noktada “Tamam,” diyorum. “Geldik.” Sağda, siyah boyalarla futbol topuna benzetilmeye çalışılan plastik top, araba altına kaçtığı için ağlayan çocuğu geçince Çin Lokantası’nın yanında ineyim.
Arkadakiler kızmasın, korna velvelesi başlamasın diye ani bir hamleyle çıkıyorum. Başındaki hasır şapkasıyla güneşten korunmaya çalışan oğlan “May I?” diyerek tutuyor kapımı. Sonra da henüz boşalttığım koltuğa oturup kırık Türkçesiyle “Gayrettepe lütfen,” diyor. Pek centilmen. Durup dururken cinsiyet atamış oldum. Kibar… Birey? Dolapdere’nin eklektik kozmopolitizmine hoş geldim.
Dedesi semtin ilk sakinlerinden olan Rinaldo Marmara‘nın kaleme aldığı Pangaltı (Pancalti) kitabında, 1860’larda mahalleye yerleşen, İtalya’dan gelen göçmen Giovanni Battista Pancaldi‘den adını alan Pangaltı ve başlangıçta küçük bir Rum köyü olan, Rumca “at ahırları” anlamına gelen Tatavla, bugünkü adıyla Kurtuluş mahallelerinin kapı komşusu, Dolapdere sokaklarındayız bugün.
Hah! Ali (Özbatur) de geldi! Panayia Avangelistria Kilisesi’nin çanları bizim için çalar mı diye beklerken arabalar üstünden geçsin de çiğnesin diye yola serilen halıların olduğu sokaklarda gezeceğiz. Zil yerine “Çekilin!” diye bağıran çocukların arasından ilerleyip mural‘lere, tag‘lere, pencereler önündeki ortancaları çevreleyen ferforje korkuluklara bakarak yürüyoruz şimdi.
“Aliiii, eve gel!” diye bağırıyor bir başka Ali’nin annesi. Gazozu sağ elinde, sol eli cebinde, arkadaşlarına “Bay bay!” dedikten sonra sesin geldiği yöne ilerliyor öbür-Ali. “Acaba şu 1855 yılında siyasi sığınmacı olarak ülkesinden ayrılarak İstanbul’a yerleşen Polonyalı şair Adam Mickiewicz’in evi mi?” diye soruyorum. “Hayır. O Tatlı Badem Sokak‘ta,” diye mahallenin ünlülerini anlatıyor bize bizim-Ali.
Ali (solda) ve oto yıkamacı Mehmet Abi
Ali, 5 yıldır Dolapdereli. Taşındığı yıllarda Arter binası, Pilevneli Galerisi, Dirimart henüz yok. Sabah beşte kapıda kaldığı için balkonundan kendisininkine atlamak isteyen komşusu; mahalleli delikanlılar arasında sık sık çıkan kavga sesleri; camdan cama, sigara eşliğinde gıybet saatleri; “Gel bir çayımızı iç, içini dök,” diyen oto tamircisi Mehmet Abi var.
Neden buradasın Ali?
Başlıyor sohbetimiz. Ali’nin müdavimi olduğu Kurtuluş’la Dolapdere’yi bağlayan Eşref Efendi Sokak‘ta Kot Sıfır‘dayız şimdi.
“Aile evinden çıkmayı planlıyordum. Uzun yıllar Gümüşsuyu‘nda yaşadım. Beyoğluluyum. Okula orada gittim. Gençliğimle ilgili ilk anılarım Pera sokaklarında. Dersten çıkardık. Tophane‘de adam bıçaklanırdı, onu hastaneye götürürdük. Keşmekeş hayata alışkınım. Bakınmaya başladım. Nerede yaşarım? Cihangir‘de ev tutsam, iki gün sonra ‘Bu bina yıkılacak, çıkın,’ diyecekler; evim, elimde kalacak. Gayrettepe, Balmumcu‘da biraz daha uygun fiyatlı evler var. Ama yok. Gitmek istemedim oralara. Birçok kültürün ortasındaki Dolapdere çıktı karşıma. Mahalle hayatına sahip ama steril değil. Bir tarafı tanıdık, bir tarafı canlı. Oto tamircileri ve inşaat alanları ortasında, o zamanki okulum İstanbul Bilgi Üniversitesi var mesela. Yürüdüm, bakındım. Oldu. Dolapdere’ye taşındım.
İlk zamanlarımda yeni yer korkusu vardı. Burada birey olarak kendimi ne kadar dışa vurabileceğimi bilemiyordum. Kapalı bir mahallecilik olduğunu, dışarıdan gelenin kabul edilmeyeceğini sanıyordum. Alakası yokmuş. Şimdi Dolapdere’nin herkesi kucaklayabilecek bir çorba olduğunu düşünüyorum. 90’lar jenerasyonunun içine doğduğu bir hayat tarzı var burada. Manavın ‘Günaydın,’ der, ‘Fırından taze çıktı ekmek,’ diye seslenirler arkandan. Masalar, sandalyeler, çocuklar, kucağa açılan piknikler, müzik, zaman zaman kütüphaneler sokağa taşar. Kapı önü sohbetleri vardır. İçeride yan gözle dizi izlenirken sigara tüttürülür mesela, çekirdek çitlenir. Tenekede ateş yakılır ve etrafında muhabbet edilir. Bir yerden bir yere giderken merhabalaşıp çay içilir. Bizim mahallenin oto tamircisi Mehmet Abi, sabahları ‘Gel, börek yiyelim,’ der. Fill‘e uğrarım. Serkan Abi‘yle felsefe konuşuruz.
Geçenlerde keyfim yoktu bir gün. Mehmet Abi çok zorladı. ‘Gel, otur,’ diye. Ben kaçmaya çalıştıkça ‘Otur be,’ dedi, çayı söyledi o sırada. Havadan sudan konuştuk. Üstü kapalı, içten gelen bir dayanışma, unuttuğum insani bir taraf vardı, değerli hissettim. Biz sürekli iş konuşuyoruz diye düşündüm eve gittiğimde o gün. ‘Ne haber, nasılsın?’ demeyi unutuyoruz. Hayatı akıtmıyoruz. O iyi niyeti burada bulmak iyi geliyor bana. Etrafındaki insanları tanımaya açık oluyorsun. 800 daireli distopik apartmanlar yok burada. Aynı eşikten geçtiğin 200 kişiyle paylaştığın tek bir adres yok. Kınalı Keklik Sokak‘ta oturuyorsun mesela. Bir pencere açıyorsun, o sırada karşı komşun da camda. Gelene geçene bakınıyor. Birden hayatlarımız birbirine açılıyor, aradan mesafeler kalkabiliyor, apartman kapıları kapandığında birbirinden ayrışmıyor. Ben Dolapdereliyim. Kimliğimin parçası buralı olmak. Buradan bir gün taşınabilirim ama sebebi Dolapdere’yi bırakmak değil, başka bir Ali olmak olur.”
O sırada Gökçen devreye giriyor yandan. Sigarasını tüttürürken bizi duymuş. Mahallenin “Elalem ne der?” kaygısıyla yaşayanı sınırlayabilen hâlinden bahsediyor. “Bazen iyi geliyor,” diyor, “kimsenin seni tanımadığı binalarda, birbirinin aynı, okul forması gibi sosyokültürel yapıların belli olmadığı sitelerde, betonlarda yaşamak. Doğduğun mahalle sende hem aidiyet hem de onunla gelen sıkışmışlık yaratabiliyor,” diye devam ediyoruz sohbete. Yaşamayı seçtiğin mahalle, kan bağı olmayan ailen gibi belki de. Onun içinde buluyorsun kendini, şimdini ve geleceğini.
Kot Sıfır’ın Pearl Jam çalan zamanından çıkıp Despina’nın, Niko’nun yaşadığı Tatavla apartmanları önünden geçerek ilerliyoruz. “İleride belli ki olay var, şu yandan kaçalım,” diyor Ali. Adana Ocakbaşı‘na bir bakalım.
İllüstrasyon: Ayşe Ezgi Yıldız
- Cumartesi gecesi Dolapdere’de kurulup pazar öğlene kadar açık kalan bit pazarının. İkinci el bilgisayarlar da var burada, oyuncak trenler de. Halk arasında Hırsız Pazarı olarak bilinen, Irmak Caddesi üzerinde, kendini film setinde hissettiğin pazar yerinde mücadele, pazarlık, o benimcilik olağan görüntüler.
- Taş Değirmenli Fırın‘ının. Adı üzerinde, unları taş değirmeninde öğütülüp de geliyor. Burada Fransız usulü kruvasan da bulabilirsin, Bavyera modeli Berliner de. Açma, poğaça, gevrek, acı badem, zaten.
- Eve Çerkez veya abaza peyniri, süt, yumurta, tava yoğurdu lazımsa istikamet olan İtimat‘ın.
- Sadece favası için Tuşba Uzman Mezeci‘nin; katmer canımız çekince Köşkeroğlu Gurme‘nin.
- Pelit Turşuları‘nın pancarın toprak üstünde kalan bitki kısmı olan pezikten yapılan turşusunun.
- Dolapdere Caddesi üzerinde Beijing Hotel‘in içindeki İstanbul’un en iyi Çin lokantalarından birinin.
- Henüz yeni açılan ve Kore mutfağı sevenlere müjde niteliğindeki Koreköy‘ün. Evde Kore yemekleri yapmak isteyenler için nori, ddeokbokki, gochujang sos paketleri hazır.
- Dolapdere-Kurtuluş taraflarında vegan ve vejetaryenleri de mutlu eden müesseselerden Happy Burger‘in. Bezelye proteinli veya mantarlı altı ayrı çeşit burger, menüde.
- Kot Sıfır‘da oturup mahalleliyle sohbet ettikten sonra dart turnuvasına başlamanın.
- Sabah kahvesine, akşam felsefe kitabı yazmış Serkan Abi’yle Yuval Noah Harari, Søren Kierkegaard muhabbetine Fill‘de girmenin. Serkan Ekmen imzalı Engel Yok, Nadir Kitap‘ta bulunabilir.
- “Şehirde bazı şeyler korunabilmiş,” dedirten ve 12 Mayıs 1979’da ikinci derece kentsel sit alanı olarak tescillenen Panayia Avangelistria Rum Ortodoks Kilisesi‘nin.
- Sohbetin sokağa taştığı, günün geceye uzandığı mahallenin mekânlarından Adana Ocakbaşı‘nın.
Arter
Erişilebilir, canlı ve sürdürülebilir bir kültür ve yaşam platformu
Arter’in farklı disiplinleri bir araya getiren kültür-sanat merkezi olma yolculuğunu Medya ve Pazarlama Koordinatörü Firdevs Ev Şimşek‘le konuştuk.
Arter Beyoğlu’nda ikamet ettiği ikonik binasından neden Dolapdere’ye taşındı? Dolapdere’nin bir kültür-sanat merkezi olması proje miydi, doğal süreç mi?
Arter’in kuruluşu Vehbi Koç Vakfı’nın 2005 yılından itibaren hayata geçirmeye başladığı uzun soluklu bir stratejik plana dayanıyor. 2010’dan 2018’e İstiklal Caddesi‘ndeki binasında sergilerini gerçekleştiren Arter’in nihai olarak sanatın farklı disiplinlerini de kapsayan bir programa doğru genişleyebilmesi hedefleniyordu. Dolapdere’deki yeni bina da bu ihtiyaçları gözeterek Türkiye’ye müze işlevleri içerecek fakat onunla sınırlı kalmayacak sürdürülebilir bir kültür-sanat kurumu kazandırmak üzere tasarlandı. Bu sayede bugün Arter, sergileme alanları, performans salonları, öğrenme alanları, kütüphanesi, kitabevi, yeme-içme alanları ve arkabahçesiyle sanatın birçok farklı disiplininden nitelikli örnekleri izleyicilerle buluşturabiliyor.
Daha evvel bu konumda Koç Ailesi’ne ait eski bir fabrika bulunuyordu. Başta 1960’larda inşa edilmiş olan bu eski endüstriyel alana kültürel işlev kazandırılması akılcı bir seçenek olarak öne çıktı. Fakat yürütülen çalışmalarda binanın depreme dayanıklı hâle getirilerek dönüştürülmesinin tahminlerin üzerinde bir maliyet ve emek gerektireceği anlaşılınca eski binayı yıkıp uluslararası bir mimarın imzasını taşıyan yeni bir yapının inşa edilmesine karar verildi. Bu bağlamda açılan uluslararası yarışma sonucunda Arter’in yeni binasını tasarlamak üzere Grimshaw Architects seçildi.
Fotoğraf: Ilgın Erarslan Yanmaz
Bir mahalle olarak Dolapdere, sanatın şehirle kurduğu ilişkide neleri ön plana çıkarıyor, bu Arter’in gelecek planlarını, sergi gündemini ne şekilde etkiliyor?
Arter’in sergi programı çoğunlukla tema, kavram ve tutum anlamında geniş bir çeşitlilik içeren Arter Koleksiyonu’ndan yola çıkıyor. Farklı bağlamlar içinde koleksiyon dışından sergilere de programımızda yer veriyoruz. Dolayısıyla konumumuzun sergi gündemimizi etkilediğini söylemek doğru olmaz ama Dolapdere’deki komşularımızla kurum olarak kurduğumuz bağ ve yürüttüğümüz programlardan söz edebiliriz.
Pandemiden önce ayda bir kez herkese açık, katılımın çoğunluğunu komşularımızın oluşturduğu Öğle Arası buluşmaları düzenliyor, hep birlikte atıştırdığımız bir masa etrafında programlarımızı birlikte ele alıyorduk. Yine Açık Atölye‘de komşularımızın da katılımını gözlemliyorduk. Ortaokul seviyesinde öğrenim gören katılımcıların farklı sanat disiplinlerini keşfetmelerini amaçlayan Gençlik Konseyi programına da civardan da katılım söz konusuydu. Son olarak farklı ayrıcalıklar sunduğumuz Arter Beraber Komşu Kart aracılığıyla komşularımızla diyaloğumuzu canlı tutmaya devam ediyoruz.
Şehir ve sanat birbirinden bağımsız düşünülemeyecek, yaşayan ve birbirini sık sık hatırlayan iki kavram — Arter’in sanatı beraber keşfetmek ve yorumlamak için yürüttüğü programlar arasında elbette mahallesiyle birlikte yürüttüğü bu tip çalışmaları da bulunuyor. Bu soru, Meggy Rustamova‘nın şehir sakinlerini doğayla ilişkilendirme fikri etrafında şekillenen A Speech of Nature performansını, mahalledeki balkonların çamaşır ipleri de dâhil olmak üzere kuş sesleri arasında etraftan sarkan kumaşlarını hatırlattı. 2019 Eylül’de arkabahçemizi de kapsayarak gerçekleşen bu gezici performans, doğayı, şehri ve sanatı beraber düşünmemiz için güzel fırsattı.
Arter
Bu aralar pazartesi günleri dışında 11.00-17.00 saatleri arasında açık. Müzenin odalarında gezerken karşınıza çıkacaklar arasında Melih Fereli kürasyonunda Yağmur Ormanı V, Dinleyen Gözler İçin sergileri; Aslı Seven kürasyonunda Emre Hüner‘in [ELEKTROİZOLASYON]: Bilinmeyen Parametre Kayıt-Dışı adlı kişisel sergisi var.
Pilevneli
Dolapdere Yenişehir Mahallesi‘ne ilk taşınan galerilerden biri, bu aralar geziyor. Kaplankaya‘da, Almanya’nın önemli galerilerden biri König‘le ortak sergi açmış durumda. İki galerinin bünyesinden seçilen 30 sanatçının işlerini bir koleksiyonerin evini gezer gibi turlayabilir, Mandalin Oriental içinde Efsun Erkılıç‘ın Renklerin Tefekkürü sergisini görebiliriz. 1 Eylül’den itibaren evine döndüğünde Defne Tesal, Tereddüt‘le, Richard Wilson da ikonik enstalasyonu 20:50‘yle karşımızda olacak.
Dirimart
Galeri, bu yaz Bodrum‘a taşınanlardan. Yakında Yalıkavak sayımızda detaylı anlatacağımız Ritmo Zeytino içinde her iki haftada bir menüyle birlikte değişen sergiler yapıyorlar. Berke Yazıcıoğlu‘nun 11 halı dokuması Bahar Ayini, Sarkis‘in 6 Altın Çizimli Vitray serisi onlar arasındaydı. 1 Eylül itibarıyla uzun zamandır beklediğimiz Ahmet Öğüt‘ün It can and has been sergisini Dolapdere’de göreceğiz.
Evliyagil
Koleksiyonerlerin eserlerini galerilerde birkaç hafta süren sergilerden, birkaç günle sınırlı fuarlardan, her şeyin birkaç dakika içinde kararlaştırıldığı müzayedelerden ya da sanatçı atölyelerinden satın aldıklarını düşündüğümüzde, pek çok eserin yeterince izlenmeden ve fark edilmeden kişilerin “mahrem” mekânlarına girdiğini rahatlıkla varsayabiliriz. Sarp Evliyagil, kendi koleksiyonunda yer alan bu “görünmez” eserlerin, izlemek isteyen herkese açılmasını, başka bir deyişle “müzeleşmesini” hedefliyor.
“Dolapdere’de bostanları sulayan dolabı gözümüzü kapamadan da görüyoruz: Sıra sıra bostanların kuyuları, kocaman kovalar, gözlerine mendil bağlanmış bir emektar beygir, bir gıcırtı, kovaların deliklerinden durmadan düşen su, zincir şıkırtıları, dolap beygirinin adaleleri, tahtadan olukların arklara gönderdiği sularda ışık ve güneş oyunları, atın duraklayışı, hızlanışı, bahçıvanın ‘hooo’ sesi, çıplak ayaklı bir Arnavut kızının pespembe topukları, burma kırmızı bıyıklarında hıyar çekirdekleri, sigara dumanları, tütün ve hiddet tutuşan bir ellilik bahçıvan, kuyruğu havada düşmanca dönüvermiş, sırtının tüyleri diken diken, burnu ağzı kapkara, ıpıslak, dili bir eski zaman pembesi ile pembe bir acar, edepsiz dişi köpek…”
— Sait Faik Abasıyanık, Resimli İstanbul Haftası’nda yayımlanan bir röportajdan, Dolapdere
“Giovanni Battista Pancaldi, Taksim’in ilerisindeki bölgede, avcıların ya da kıra gelenlerin mola verdiği bir han, bir birahane ya da buluşma yeri işletiyordu. İnsanlar Pancaldi’nin yerine gidiyorlardı. Kısa zaman sonra ‘Pancaldi’ye gidiyoruz’ demeye başladılar. Türkçe diline uydurulan yazımı, semtin şimdiki adı olan Pangaltı’yı verecekti.”
— Rinaldo Marmara, Pangaltı (Pancaldi)
“Ben üç dilde (Rumca, Ermenice, Ladino) ‘Günaydın’ denilerek güne başlanan ve yine aynı şekilde ‘İyi akşamlar’ denilerek veda edilen bir semtte büyüdüm. Benim çocukluğumda Kuyularbaşı Sokak, Rumca, Ermenice seslerle doluydu. Arkadaşlarımın adları Niko, Siranuş, Despina, Sara, Yasef’ti. ‘Maman sesleniyor,’ ‘Yayan seni çağırıyor,’ sesleriyle oyunlarımıza ara verilirdi.”
— Hüseyin Irmak, Tatavla’dan Kurtuluş’a
Hazal Yılmaz
https://apos.to/i/611635e72f72800007491491