Woman in Gold, duruşuna, özgüvenine hayran kaldığım Helen Mirren’in oynadığı bir filmdi. Filmde inatçı, dik kafalı, farklı bir duruşu olan Helen Mirren, Maria Altmann’ı canlandırıyordu. Avukatı olarak Ryan Reynolds, filmdeki adıyla Rahn Schoenberg ona eşlik ediyordu. Senaryo kardeşinin cenazesine katılan Maria Altmann’ın mektupları bulmasıyla başlıyordu.
Filmde, Schoenberg genç, tecrübesiz bir avukatken, Maria Altmann güçlü, akıllı, duruşu olan seksen yaşında bir kadındı. Bu iki farklı kişiliği bir araya toplayan şeyse, Maria Altmann’ın ailesinden kalan tabloyu geri almak istemesiydi. Bu tablo teyzesinin resmedildiği önemli bir tabloydu.
Altınlı Kadın, Gustav Klimt’in meşhur tablolarından biriydi.
Maria Altmann, ülkesinden ayrı geçirdiği altmış yılın ardından Viyana’ya geri dönüp hukuk savaşını başlatıyordu.
Amerika’da başlayıp Viyana’ya kadar uzanan süreç, Maria Altmann’ın hikâyesi gibi görünse de aslında birçok acıları, yaşanmışlıkları, anılarla beslenen arayışı da barındırıyordu. İnsan nereye giderse gitsin acılarını da sırtında taşıyordu. Maria Altmann’ın geçmişini Viyana’ya taşıması gibi…
Film bu tablo etrafında dönüyor gibi dursa da içinde farklı meseleleri barındırıyordu.
Güçlü bir karakter olan Maria Altmann, yengesinin resmini ararken aslında adaleti de arıyordu. Yıllarca içinde biriktirdiği sevgi ve haksızlığa karşı beslediği dirençle, mücadelesinde başarılı oluyordu. Yarımcısı avukat Rahn Schoenberg’de bu mücadeleye katılıyordu. Viyana’da başlayan adalet arayışı zamanla Amerika’ya kadar uzanıyordu. Dünya diplomasisine karşı mücadele veren ikili en sonunda atalarının mirasını almaya hak kazanıyordu.
Bu dava sürecinde geçmişle, gelecek arasında gidip gelen Maria Altmann’ın geçmişindeki sırlar ortaya çıkıyor ve bu gerçekler filmin akışını belirliyordu. Bunlar arasında mülteci olma süreci, kaçışta yaşadıkları sıkıntılar ve tekrar eski evlerine dönme sevinci de vardı. Anılar ve hüzünle yoğrulmuş bir filmdi.
Zenginlik içinde yaşarken, ellerinden mallarının haksızlıkla alınmasıyla küçük bir butik işleten kadına dönüşen Maria Altmann, Babasının; “Viyana’ya geldiğimiz zaman hiç bir şeyimiz yoktu, çok çalıştık, ait olmaya çalıştık” sözlerini hatırlayıp durmadan çalışmıştı. Ve sonunda Viyana’da nasıl tutunmuşsa Amerika’da da öyle tutunmayı başarmıştı.
Başka toparlaklara kök salmayı öğrenmişti.
Filmi izlerken eski Viyana sokaklarını hatırladım. Opera Binasını, Mozart kafeyi, beyaz perukla dolaşan uzun çoraplı insanları. Habsburg Sarayı’nı, sarayın içinden geçen atlıları…
Film bundan yıllar önce gezdiğim Viyana’yı tekrar anımsattı bana. Her karesinde o sokaklarda tekrar gezdiğimi hissettim. Bu anlamda belgesel niteliğinde bir yapımdı.
Ve ihtişamlı bahçesiyle Belveder Sarayı… Yengesinin resmi Altınlı Kadın tablosu bu saraydaydı. Haksız yere tutuluyordu. Bunun için büyük hukuksal mücadele başlamış, süreç dünya medyasına düşmüştü. Tabii ki adalet, kör, topal da olsa yerini buluyor Maria Altmann’ın almak için uğraştığı tablo altmış sekiz yıl sonra sahibine geri iade ediliyordu. Tablodan elde edilen gelir, derneklere bağışlanıyordu. Bu hukuk zaferinden sonra Rahn Schoenberg bürosunu kuruyordu.
Aslında basit bir vasiyetle başlayan hikâyede, ne çok sır vardı. Halkın elinden mallarının alınması, zorla yurdundan edilmesi. Korkudan Amerika’ya göç etmeleri. Kaçmak zorunda kalırken yolda telef olmaları…
En güzel tarafı da arkadaşlık ve dostluk üzerine kurulan filmde yılmak yoktu. Beraber başlayan yolculuk yine beraber bitiyordu. Bir film bu kadar gerçekçi olabilirdi.
Filmde temel konu savaşın yaptıkları olduğu kadar adaletin er ya da geç tecelli ettiğiydi. Altmış yıl çekilen sıkıntından sonra tablo gerçek sahibini buluyordu. Davanın kazılmasıyla Avusturya’nın ünlü Belveder Galerisi’ndeki resim sahibine geri veriliyordu.
Dramla, umudun ve umutsuzluğun iç içe olduğu filmde, insan bazen kırılıyor, acaba bitecek mi, diye düşünüyor sonra her şeyin yoluna girmesiyle seviniyordu.
Aslında yaşamın ta kendisi de bu değil miydi?
Hayat tam bitti derken yeniden başlayan, kırıldığı anda koptuğu yerden daha sağlam olarak yeniden yeşeren bir döngüydü.
Ve hayatta kalabilmenin tek şarttı, bu döngünün bütün kırılganlığına rağmen dimdik ayakta durabilmekti. Maria Altmann’ın yaptığı gibi…
Neslihan Minel