Cemil Bey sabahı zor etti, bir şeyler onu yiyip bitirmişti. Uzun zamandır bir hesaplaşma vardı içinde. Geçmişine, bugününe, şimdiye ait hesaplaşmaydı bu. Pişmanlıkla karışık bir yargılamaydı.
“Boş yere mi harcamıştı hayatını?”
Uzun zamandan beri bunu düşünüyor, korkuyla uyanıyordu. Bu korkunun sınırı yoktu. Gece, gündüz her saat bu hesaplaşmayla yaşıyordu.
Dün yine bu hesaplaşmalardan birini yaşadı gecenin ikisinde. İçindeki kıvranmayla fırladı yataktan. Ne yapacağını bilmez bir halde dolaştı odada sonra mutfağa uzandı ayakları…
Nedensiz bir ağrı vardı başında, sanki başında değil de tüm vücudunda. “Ah bu ağrılar!” dedi, kendini yırtıp atmak istercesine.
“Nereden çıktı gece yarısı bu baş ağrısı? Neyin cezasını çekiyorum ben?”
Sonra; “ilaç” dedi, “bir bardak suyla alacağım, ilaç keser ancak ağrımı!”
Hapını içtikten sonra eline aldığı beyaz kupanın içine bir paket kahve boşalttı.
“İşte bu rahatlatır beni!” dedi ardından da içeri geçip mavi desenli uzun koltuğuna oturdu. Oturmasıyla beraber varislerinin ağrısı geldi aklına. “Şu sehpayı!” dedi, sonra da alıp ayaklarının altına yerleştirdi. Bu şekilde onları yukarıda tutmayı başarmış oluyordu…
Kahvesini soğuk içmekten hoşlanmazdı, bu yüzden bir yudum daha alıverdi… Televizyonun kumandasına bastı. Gece yarısı ne olabilirdi böyle bir adam için? Hızlı hızlı atladıktan sonra kanalları “yok, bir şey” dedi, fırlatıp attı kumandayı. Ardından derin bir “of!” çekti. Yılgın ve mutsuz bir “of!” du bu ve de çok uzun…
“Neden böyle oldu?” dedi. “Ben bunları yaşamak için ne yaptım?” Mutsuzdu…
Yıllar önce bırakıp gelmişti ailesini. Kaçmıştı onlardan belki de kendisinden. Evet, aslında onlardan kaçmamıştı, ne kadar öyle görünse de geçmişinden, mutsuzluğundan kaçmıştı. Mutsuz yaşamıştı yıllarca. Sevmediği bir işi yapmıştı. Sevmediğinden mi, yoksa piyasanın kötü olmasında mı bilinmez, yürütememişti bu işi. Kopmuştu, o işten ve o şehirden. Tabii ki şehirle beraber ailesinden…
Aramamıştı onları yıllarca. İlk zamanla; “Kurtuldum!” demişti. “Kurtuldum onlardan! Mutluyum artık! Problem yok! Dert yok! Hepsi kaldı orada, benden uzakta!…”
Ama zamanla işlerin öyle olmadığını anlamıştı. Onlardan kaçmak da mutlu etmemişti onu. Onları bırakmıştı ama onlarla beraber, mutsuzluğunu bırakamamıştı. O, sırtında bedeniyle beraber, gelmişti buralara…
Aslında kaçtığı ne ailesiydi ne de o şehir. Asıl kaçtığı bedenindeki mutsuzluğuydu. Onunla beraber yaşayan ama onun fark edemediği. Gecenin bu saatinde hesaplaştığı da bu mutsuzluğuydu. Geçmişinin ardına saklanan mutsuzluğu.
“Kaçtım!” dedi, ilk geldiği yıl; “Kaçtım onlardan ve kurtuldum! Artık mutluyum!” Bu moralle belki de kandırmacayla kendini avuttu bir süre. Resimler yaptı, şiirler yazdı, mutsuzluğuna. Kendi kendineyse “mutluyum” dedi. “Yapmak istediklerimi yapıyorum, kendim için yaşıyorum, mutluyum!…“
Her gün tuvalinin başında akşamlıyordu. Picasso’nun, Van Gogh’un resmine bakıp; “ben de sizin gibi olacağım, ben de sizin gibi iyi resimler yapacağım” diyor, hırslanıyor, yaptıkça yapıyordu. Mutluydu kendince…
Kendi çapında kahramanlar yarattı, can verdi, öyküleştirdi onları. Birkaç yıl içinde birçok eseri oldu. Birçok resim, birçok şiir, birçok öykü…
“Bir gün” diyordu kendi kendine; “Sergiler açacağım, kitaplar çıkaracağım. Ödeyeceğim hayata karşı borcumu!…”
Hep bu ümitle çalıştıkça, çalıştı…
Çok planlıydı Cemil Bey. Hayatının kalan kısmını daha iyi değerlendirme telaşından olacak ki çok sıkı çalışıyordu. “Zamanım az kaldı. Bu yüzden tasarruflu kullanmalıyım vaktimi” diyordu.
Hızlı hareket ediyordu evin içinde. Yemeklerini bile ışık hızıyla yiyordu. Gece yarıları bile çalışma zamanıydı onun için…
Son zamanlarda iyice zamansızlık korkusu çökmüştü üzerine. Ölmekten iyice korkar olmuştu. “Vaktim kalmadı” demeye başlamıştı; “Az kaldı” diyen adam.
Bu korkunun etkisinden midir nedir? Uyuyamaz olmuş, kalan işleri yetiştirme telaşıyla geceler boyu çalışmaya başlamıştı.
Bir korku çöreklenmişti içine, işlerini yarım bırakma korkusuydu bu. “Bu işleri ben yapmazsam, kim yapar” diye hayıflanmaya başlamıştı.
Son birkaç ayı, koşuşturma ve işlerini yetiştirememe korkusuyla geçti Cemil Bey’in. Ne zaman görsem; “Az kaldı, ben öleceğim!” diyordu, galiba olacakları hissediyordu.
Bu hafta sonu onu görmeye gittim. Günlerden pazardı. Yorgun adımlarla açtı kapıyı. Hayli durgundu. “Galiba işlerim yetişmeyecek” dedi. “Bak sana tabloyu çizdim ama hâlâ yarım, bitmedi, bitmeyecek de. Kitaplarım da basılmadı onlar da yarım. Getiremedim bir türlü sonlarını. Ne olacak bilmem halim. Borcumu da ödeyemedim hayata, yaşamım da yarım.”
Üzgündü. Yorgun ve düşünceli bir halde mutfağa gitti, kalan işleri bitirmek ister gibi hızlı hızlı topladı etrafı.
“Yetişmeyecek” dedi. “Hiç bir şey yetişmeyecek. Borçlu göçeceğim hayattan…”
Birkaç gün sonra sıkıntıyla kalktım yataktan, saat gecenin dördüydü, içimde bir yerde, saklı duran bir huzursuzluk, kanayan bir yumru vardı. İçim içimi yiyordu ama ne olduğuna anlam veremiyordum. Kalktım evin içinde birkaç tur attım… Sonra mutfağa daldım; “Ne oluyor?” dedim, kendi kendime. “Ne oluyor? Ne bu hal? Ne bu sıkıntı? Bütün bunların anlamı ne?”
Her şey anlamsızdı…
Masaya oturup yarım kalan öykümü tamamlamaya çalıştım ama nafile. Hiç bir şey yazamıyordum. Tek bir cümle bile kuramıyordum anlamlı.
“Artık” dedim, “yazmayı da unutmuşum, kelimeler kaçıyor benden.”
Sıkıntım büsbütün arttı. Pencereye doğru yaklaştım. Gece karanlığı hafiften aralanmaya başlamıştı. Bulutlar siyah kül rengiyle yeni güne “merhaba” diyecekti birazdan. Ağaçlarda birkaç tane baykuş vardı. Gece soğuğundan olacak ki dalların arasına saklanmış duruyor ama ötmüyorlardı. Ağaçların kimsesizliği ve yalnızlığı çok büyüktü…
Hüzünlü ve ürkek adımlarla pencerenin önünden ayrıldım. İçimin darlığı hâlâ geçmemişti…
Çalışma masama oturup, yarım kalan kitabımı okumaya başladım. “Okumalıyım!” dedim, kendi kendime; “okumalıyım, yoksa sabah nasıl olacak?”
Ben sabırsızlık içinde, yoğun duygularla, sabahın ilk ışıklarını seyrederken; Yeni Cami’den bir sala sesi yükseldi, sabahı bekleyen…
Borçlu gitmişti!…
Neslihan Minel