İnsanoğlu bu; ne derdi biter ne umudu. Ufacık bir masa üstünde sonsuz bir bilek güreşi. Bir dert tuş eder, bir umut. Arada sallanıp durmaya ise ömür deriz işte.
“Tek taşımı kendim aldım, tek başıma kendim taktım, girmesinler havaya”…. ezgisinde olduğu gibi hayatımın dert kısmı şahsımın eseridir. Az çaba harcamadım başımı belaya sokmak için. Düştüğün bir yerde de kal be kadın. Bir el uzatan bekle işte. Ama olmaaazzz…. Kendim kalkacağım…
Öte yandan, hayatımın umut kısmı Rumeli sürgünü, hayali geniş küçük Ali, anneannem Nusret Sultanın eseri. Nasıl bir hamur karmışsa, hâlâ dipdiri umutlar beni ayakta tutuyor. Umut eğitiminin değişmez mekanı onun Karşıyaka, Postane Sokaktaki salıncaklı evi. Aylardan Mayıs. Ve büyük telaşların arifesi. Hıdırellez geliyor. İki adamın, Hıdır ile İlyas’ın deniz üzerinde buluşması. Çocuk aklım sorgulamıyor: İki “erkek” ne amaçla buluşur ve dünya umuda boğulur? Eminim anneannem de sormamıştır. Amerikan bezinden torba yüklükten indiriliyor, içindeki okunmuş beyaz çakıl taşları yıkanıp hazırlanıyor, bahçe faşur fuşur yıkanıyor, güller görücüye çıkacakmış gibi hazırlanıyor, kuru yapraklar ayıklanıyor, kırk karınca yuvasından topraklar toplanıyor, kırk çeşit bitki okunmuş suyla dolu bakır leğene özenle yerleştiriliyor. Gece Hıdır Aleyisselam o suyu okşayarak geçecek, dileklerimizi toplayacak. Gün batarken iki “erkeği” karşılamaya hazırız artık. Heyecan dorukta. Ufak esintiler geldiklerinin işareti olabilir. Ve tören başlıyor. Benim görevim sabilik. En önemli görev. Herkesin hayallerinin gerçekleşmesi bana bağlı. “Sen sabisin al şu taşları bana üniversite yap.” “Sabisin bana bebek yap”. “Sen günahsızsın bana ev yap”. Dünyanın yükü omuzlarımda, umutların gerçekleşmesi bana bağlı. Özenle yapıyorum işimi. Her gül ağacının altında bir sanat eseri. Gel gör ki o sabi büyüdüğünde çöp adam bile çizemiyor. Taş sanatı faslı bittikten sonra eşşeği sağlam kazığa bağlamak için bir de kağıtlara yazılıp gül dallarına asılıyor umutlar. “Her yer direniş her yer umut” o günlerin sloganı aslında. Arkasından vur patlasın çal oynasın. Ateşten atlamalar, şarkılar türküler, yemeler içmeler. Boru değil elbet, biri karadan diğeri denizden gelen iki “erkek” buluşacak. Dünya güzelleşecek…
Bu sefer Kuşadası’nda Hayal Teyzemin, hasreti burun direğimi sızlatan Ahmet’in evindeyiz. Sabiliğin son demleri sanki. Hafiften hazırlanıyorum günahlanmaya. Sabah kötü bir boyun ağrısıyla uyandım. Ailemin şaman kadınları “damar damar üstüne binmiş” teşhisi koydu. (Çocuklara böyle şeyler söylemeyiniz. Hâlâ anlamaya çalışıyorum damarlar neden birbirinin üstüne binme gereği duyar.) Derdimin çaresi de Meryem Ana. Benim damar bahane de bizim kadınlarımızın umut peşinden Fizan’a koşma azmi son nefeslerine kadar tükenmedi. Araba yok, dolmuş yok. Ama umuda ne engel olabilir ki? Enişte forslu adam, taksi bulundu ve muzaffer kadınların umuda yolculuğu başladı. Tırman, tırman, dön, dolaş, bunal, sıkış, çişin gelsin, karnın acıksın, boynun ağrısın. Ve dağın (belki de umudun) zirvesi. Görkemli bir zarafetle kucaklamak, başını göğsüne yaslamak, avutmak üzere kollarını iki yana açmış, boynu hafif yana yatık seni bekleyen o hüzünlü “kadın”. Hıdır ile İlyas’ın aksine, hiç kavuşamayan, hep özleyen, hep sızlayan ama sızısı başkalarına merhem olan anne. Hıdır ile İlyas’ın aksine şenliklerle kutlanmayan bir figür. Ağırbaşlı, vakur, mağrur bir hüzün. Onu hep çok sevdim. Mumların aydınlattığı o loş kilisecikteki dolapta birbirinin üstüne yığılmış gümüş adak levhaları başka hayatların acılarını, umutlarını somutlaştırdı. İnsanlığın ve özel olarak “kadınlığın” dramları Meryem’in dağında buluşuyor, dayanışıyordu. Çok kolektif, çok sessiz. Pınarından su alıp boynuma sürdüler. Evlat acısı değildi, ağrım geçti… Ama ben her hüznümde ona sığınmaktan hiç vazgeçmedim…
Ve anıların, hasretlerin dışında, ailemin Rumeli’den yanında getirebildiği az şeyden biri Mateniçka. Kırmızı-beyaz yünlerden yapılan bilekliklerin hazırlanma zamanı. Zorlu, sert bir kıştan (yaşamın dertlerinden) sıtkı sıyrılanların “yetti gari” tavrı. Bileklikleri koluna takarsın, gördüğün ilk göçmen kuşta çıkarır bir meyve ağacına bağlar, dilek tutarsın. Muhacir hayatları gibi basit, yalın görünüyor değil mi? Ama değil. Sürgün edildiğimiz kentlerdeki betonlaşmış hayatlarımızda göçmen kuş görmek, hatta hangi kuşun göçmen olduğunu anlamak, meyve ağacı bulmak emek ister, çaba, ister, sabır ister. Umut da öyle. Senede bir ay gözünüzü göklerden ayırmazsınız, girdiğiniz her sokakta bir meyve ağacı arasınız. Şehir benliğinizden uzaklaşır, doğa benliğinizi sarmalar. O bekleyişte bir çocuğun hayret dolu bakışı yerleşir gözlerinize. Aman tanrım bu şehirde ne çok kuş varmış, apartman aralarına ne çok meyve ağacı sıkışmış. Dileğiniz olur mu bilmem ama umudunuz şahlanır, doğanın kendisi olursunuz…
O gözle bakarsanız görürsünüz ki, ritüellerin kendi içinde mantığı ve dengesi vardır. Erkek-Kadın-Doğa. Hayatın ta kendisi. Dolayısıyla umudun.
Dilekleriniz kabul olsun.
Ayşen Tekşen