“Yarına geçer bu yürek ağrısı” dediydim. Geçmedi. Gencecik doktorun yorgun bakışıyla uyudum, onunla uyandım. Bir öküz göğsümün üzerinde. Sınırsız bir öfke hayatın aldırmaz akışına. Yine kısıldık bir kapana. Bayramı düşünüyorum avuntu olsun diye. Kazancı Bedih sesleniyor:
“Bayram gelmiş neyime
Kan damlar yüreğime
Yaralarım sızlıyor
anam anam garibem
Doktor gelmiş neyime”
“Kardiyologmuş” diyorum göğsümdeki ağırlığı düşününce. Nazım çıkıyor odadan, o da yorgun:
“Her gece, doktor
Sonra, şu on yıldan bu yana
Benim fakir milletime ikrâm edebildiğim
Bir tek elmam var elimde, doktor
Bir kırmızı elma
Kalbim
Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis
Işte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden
Bende bu Angina Pektoris
Bakıyorum geceye demirlerden
Ve iman tahtamın üstündeki baskıya rağmen
Kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor.”
Devlet bayram parası yollamış bana. Boş boş bakıyorum mesaja. Dört çocuğu babasız bıraktınız. Zehir zıkkım o bin lira bana. Tehcir yetimi Ermeni yiğidi Ruhi Su sesleniyor çook uzaklardan.
“Öksüz Ali’m hata yoktur sözümde
Çifte benler sıçraşıyor yüzünde.”
Teslim olup geleni yaşamak lazım diyorum kendi kendime. Hüzünse hüzün öfkeyse öfke. Sahte bayram sevinçleriyle, sahte avuntularla gelmedik mi bu günlere. Hüzne teslim olmanın yanlışlığını kim öğretti bize? Hem de bize en çok yakışan iken.
“hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız
biz ki sessiz ve yağız
bir yazın yumağını çözerek
ve olumu bir kepenek gibi örtüp üstümüze
ovayı köpürte köpürte akan küheylan
ve günleri hoyrat bir mahmuz
ya da atlastan bir çarkı felek
gibi döndüre döndüre
bir mahpustan bir mahpusa yollandığımız
biz, ey sürgünlerin Nazımı derken
tutkulu, sevecen ve yalnız
gerek acının teleğinden ve gerek
lacivert gergefinde gecelerin
şiiri bir kus gibi örerek
halkımız, gülün sesini savurup
bir türkünun kekiğinden tüterken
der ki, böyle yazılır sevdamız
hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız.”
Bugün hiçbir şeyi umursamadan saygı duruşundan kaçıp duruşmalara girecek avukatları, hastaneye gidecek hekimleri düşünüyorum. Dişlerim kenetleniyor.
“Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, – demeğe de dilim varmıyor ama – kabahatin çoğu senin, canım kardeşim.”
Böyle işte. Büzüşüp şiirlere, türkülere sığındığımız bir arife daha. Belki de en iyisi sınırsız bir sessizlik.
Ayşen Tekşen