Elindeki çan çiçeklerini masaya bıraktı. Bıraktı da içindeki kırıkları bırakamadı. Öyle keskindi ki kırıklar kanatıyordu kalbini. Ardında bıraktıkları belki de bırakamadıklarının acısıydı. Yükselen bir arya kapladı Tarlabaşı’nın virane sokaklarını. O ise ne kalbinin sesini duyabiliyordu ne de bıraktıklarına ağlayabiliyordu. Ağlamakla, ağlamamak arası bir duygu yükseldi kalbinden. Sanki göğsü yırtılacaktı o an. O kadar dar gelmişti kaburgaları. Keşke esnek bir şey olsa da bir anda açılsaydı sinesi. Açılsa da kalbinde biriktirdiği tortular da çıkıverseydi dışarı. O da kurtulsaydı biriken bu acılardan ve kırılmışlıklardan.
Çan çiçeklerine baktı; “renkleri solmaya başlamış,” dedi. Susuzluk onu nasıl etkilemişse, çiçeklerin rengini de o kadar etkilemişti. Mor renkleri azalmış, canlılığından eser kalmamıştı. Çiçeğin renkleri onun yüzünün rengini de azaltmıştı sanki. Çantasındaki bir tarafı paslanmış aynasını aldı. Feri azalan gözlerini, çatlamış dudaklarını inceledi. Zaman ne çok şeyi çalıp götürmüştü kendinden. Kazayakları iyice belirginleşmiş, alt çene çizgileri derinleşmişti. Gözlerindeki canlılık, yeşilin rengi ve parlaklığı da azalmıştı. Yaşanan zaman kendine acımasız bir törpü vurmuştu.
Zaten kötü zaman, hoyratça geçen yıllar, hangimizi törpülemiyordu ki. Aynaya ağlamaklı gözlerle bakıp son bir kez “zaman” dedi ve kapattı.
Çan çiçekleri masaya gelen güneş ışığının sıcaklığından iyice solmaya başlamıştı. Bu hali, can çekişen ama ölemeyen bir insanın son çırpınışlarını andırıyordu. O görüntü ona babaannesinin son anını anımsattı bir an. Kısılmış gözleriyle etrafa bakıyor, sevdiklerini son kez görmenin sevinciyle, bir daha görememenin korkusunu taşıyordu yüreğinde. Onu görünce belli belirsiz bir gülümsemeyle büzülmüştü dişsiz dudakları.
Ölümü beklemek ne demekti anlamıştı o zaman ve yalnız ölmenin acısını ilk defa hissetmişti yüreğinde. Ne garip bir şeydi bu ölüm!… Ne kadar kalabalık bir ailenin olursa olsun, oraya tek kişilik dönüşü olmayan bir biletle gidebiliyorsun ve geride bıraktıklarını görememe korkusu. Sonu olmayan bir şey miydi ölüm? Yoksa yeniden başlamanın sevinci mi?…
Zaten hayatımızda bütün bitişler ve başlangıçlar içiçe değil miydi? Her bitiş bir başlangıca gebeydi. Hatta bitmeden başlıyordu yeni aşklar. Tabii yeni başlangıçlar. Yaşam eskisini kapatıyordu ya da kapatıyor gibi gözükse de sadece yüzeyini kaplıyordu, geçici bir toz bulutu gibi. Sonra yıllar sonra tekrar depreşecek bir aşkın tohumuna gebeydi bu yeni aşk!…
Aşkını bitirmek ve bitirememek arasında Araf’ta kalmaktı hayat!…
Araf, ne kadar acı veriyormuş insana. Bunu şimdi bu dar sokmakta, kırık ayaklı bir masanın başında çok daha iyi anlıyordu. Sürünceme de kalmak, yaşanmış gibi geçen yılların hesabını verememek ne kadar acı veriyordu insana…
Ve kararsızlık!… Ölgün bir ilişkinin acısıyla yıllarca yaşamak, boşa geçen zamanın hesabını verememek, sürüncemede kalan bir ilişkinin hamalı olup yıllarca taşımak omzunda, ne kadar acıymış, bunu bugün bir kez daha anladı.
İçtiği iki bardak çayın parasını ödeyerek, çan çiçekleriyle beraber anılarını da bırakarak kalktı masadan.
Artık kalbi masada bıraktığı bardak kadar boştu!…
Neslihan Minel