Yüreğim buruk yine, hayatın zorlu bir yolunda yürüyorum. Aldanmışlığın isyanında ve yalnızlığın çaresizliğinde yenik düştüğüm günlerin umutsuzluğuyla yürürken, gökdelen binaların arasında kayboluyorum. Ucube yüksek binaların önünden geçerken nefesim daralıyor. Kafesin içinde çırpınan bir kuş gibiyim. Geçen yıl aylardan Kasım ve üşütmeye başlayan sonbaharın deli rüzgarı başıma çarptıkça hayatımın üzüntüleri yüzümü tokatlıyor gibi hissediyorum. Nerede hata yapıyorum? Bu bir talihsizlik midir? Kaderimi sorgulayışım yaşadığım günlerin tutsaklığında son bulmuyor. Tam bir şey yolunda derken durgun denizin bir anda öfkelenip çalkalanması, dalgalanması gibi hayatımın durgunluğundan eser kalmıyor. Yine bir fırtına ve ben derinlere batmamak için çırpınıyorum. Yaşam gemimi batırmamak için hızlı planlar, hesaplamalar, olanlar ve olacakların muhasebesini en hızlı bir şekilde yapıyorum. Sonuç yine ekside görünse de ben bunu bir şekilde yine artıya dönüştüreceğimi biliyorum. Umutsuzluğun içinde umudum var. Neler atlatmış şu zavallı ruhum, bedenim? Yine atlatacak. Yeter ki beynimi kemiren olumsuz düşüncelerimi silkeleyeyim. “Ben ne zamana kadar böyle fırtınalı denizlerde çırpınacağım?” sorusuna herkes, her kitap, yaşam koçları hayatın inişli çıkışlı olduğunu söylediğinde rahatlıyorum. Bu da geçecek elbet? Eksi çarpı eksinin sonucu artı olacak.
İstediğim tek şey sığınacağım küçücük bir yuva bulmak. En kısa zamanda en hızlı bir şekilde yavrumla başımı sokacağım bir ev olsun. Önlerinden geçtiğim ucube binaların metrobüse yakın olması bana başka alternatif bırakmıyor. En kolayı ve en hızlısını bulmalıyım. Bir tanesine giriyorum. Taze çimento kokusu, beton, toz kokusu nefesimi daraltıyor. Bazı insanların yükseklik egoları ile bu rezidanslarda oturma arzusunu anlamak mümkün değil. Sağlı sollu kapıların upuzun koridorları ile hastane veya hapishane koridoruna benzettiğim binada kimsenin kimseyi tanıması mümkün değil. Daha iskan almamış bu binaların kaçak göçek sahtekarlık pazarlığında satıldığını daha sonra öğreneceğim. Şimdi sadece ucuz küçük bir ev, ulaşımı kolay olacak bir yer bulmalıyım. Masrafsız ve sorunsuz taşınmalıyım. Binanın kolay görünmeyen kapısını buluyorum, güvenlik bankoda bir kız oturuyor; çelimsiz, zayıf, çakma sarışın. “Kiralık daire arıyorum” diyorum. “Yönetim içerde görüşebilirsiniz” diyor. Bana otomatik kapıyı açıyor. Teşekkür ediyorum içeri giriyorum. Kirli sakallı serseri kılıklı bir adam masada oturuyor. Elinde telefon, söylediklerimle ilgilenmiyor. Aidatın yüksek olduğunu söylediğimde “Burası ucuz bile” diyor. Teşekkür edip çıkıyorum. Umutsuzluğumu alıp ayrılırken, bana gülümseyen çelimsiz kıza dönüyorum: “Siz ne kadar güler yüzlüsünüz ama içerdeki görevliden hiç hoşlanmadım, saygısız” diyorum. Kız şaşkınlıkla bakıyor ama gülümsüyor. Binada iskan yok, ucuza çalışıtırılan insanlar var, yönetim cahil, üçkağıtçılığın yalanlarına alıştırmışlar çalışanları, herkes anlaşmış gibi aynı yalanı söylüyor. Burası Fikirtepe’nin ucube dediğim rezidansları. Soğuk ve kasvetli binaların ruhsuz görünüşleriyle paralı insanların egolarına yenik düştüğü yer. Spor salonları, sauna ve havuzlarla kandırılan insanlara acıyorum. Ağaçlar yok, çocuk parkları, market yok, ihtiyaçlarınızı giderecek hiçbir şey yok yakınlarda. Yürüyüş yolu yok, hava almak için bir metrekarelik bahçe yok. Binaların arkasında koca mahalle yıkılıyor, inşaat kamyonları gelip gidiyor, toz duman havada nefes alınmıyor. Gürültü kirliliği, hava kirliliği o biçim. Bana göre hiç uygun olmayan yerler. Kader utansın, bir kere düştüm buralara. Çocuğun okulu bitene kadar mecbur kaldığım bu yabancı ellerde yaşayacağım geçici de olsa.
Mandıra caddesinin başında bir emlakçı görüyorum. Giriyorum usulca. Oturup bekliyorum, ilgilenmiyorlar, dışı gibi içi de pis bir emlakçı dükkanı. Nihayet göbeğinden gömleğinin düğmeleri kopacak bir adam “buyurun” diyor. Derdimi anlatıyorum. “Rezidans’tan uzak dur” diyor. “Mahalle sokak arasında bulalım size ev.” diyor. Birden umutlanıyorum. Ama çocuğumun güvenliği mahalle arasında nasıl olacak diye de düşünüyorum. Telefon numaramı bırakıp çıkıyorum. Sonraki günlerde de hiç aranmıyorum. Zamanım daraldıkça içim ağlıyor, internet sitelerinde ev arıyorum. Kadıköy çok pahallı, her semtinde oturulmaz, metrobüs yakınında olsun istiyorum. Bir ilan görüyorum, olacak iş ya tam da beğenmediğim ucube binada, “vaktim az gidip bakmam lazım” diyorum. Arıyorum, emlakçı ile anlaşıyoruz, ev sahibi de gelecek, beğenirsem tutacağım hemen. Sonra da birkaç güne kalmaz taşınırım Allahın izniyle.
Ucube binanın onuncu katındayım. Hapishane koridorlarında yürürken soğuk görüntü içimi ürpertiyor. Bana göre olmayan bu binanın içinde kısa zaman yaşayacağım küçük evin kapısı açıldığında karşımda gördüğüm denizin gün batımı hali içime su serpiyor. Tamam diyorum. Normalden biraz daha pahallı olan evi, metrobüs yakını ve güvenlik olmasından hemen tutuyorum. Ev sahibim, kısa boylu kara saçlı, belden aşağısı geniş bir kız. On beş yaş küçük benden. Hostes olması beni düşündürüyor. Hani hostesleri uzun boylu ve güzel olanlardan seçiyorlardı? Allah affetsin tam tersi sevimsiz ve çirkin bir şey. Yolcuları kesin dövüyordur bu, diye kendi kendime gıybet yapıyorum. Bana talimatlar veriyor; “onu bunu yapmalı” diyor. Yeni binanın kireç, çimento tozu dairenin her yerinde. Akan çıkan yerleri yaptırmam için kara sivri parmağı ile gösteriyor. Yönetime haber vermem yeterliymiş. “Peki” diyorum. “Çekmecelerin içine örtü koy” diyor. İçimden “sen sıkıntılısın, her yere koyacağım” diyorum. Anahtarı teslim alırken ev bulmanın mutluluğu ile omuzumdan ağır bir yük kalkıyor. Bir haftaya kalmadan taşınıyorum.
Denize düşen yılana sarılır. Hiç hoşuma gitmeyen, ucube rezidansa taşınmak beni bir nebze sorunlarımdan kurtarsa da hiç mutlu değilim. Bir kafesten başka bir kafese girmiş gibiyim. Her yer bina, binaların karanlık boş camları. Ağaç yok, yeşil yok, sadece yükseklerde olduğum için mavi gökyüzünü görebiliyorum. Uzaklarda görünen deniz ise içime umut veriyor. Hafif müziğimi açıp bir şeyler yazabileceğim koltuğum var. Kaderimin artı ve eksisini hesaplamam için kendime vakit ayırmam gerekiyor. Öyle yapıyorum.
Fırtınalarım diniyor, dualarım kabul oluyor, ne çok dua, ne çok niyet? Her sabah uyandığımda denize bakıyorum, geceleri uzakta görünen şehrin ışıklarında düşüncelerimle kayboluyorum, bir gün buradan kurtularak hayatımın en güzel ve en huzurlu zamanlarını yaşamayı düşlüyorum. Daha yeşil, daha mutlu. Bu ucube bina beni boğuyor. İnsanlar nasıl yaşayabiliyor ruhu olmayan evlerde. Burası hapishane gibi zamanla hasta eder insanı. Yoğun negatif enerjisi ile sorunlar kaynıyor. Yönetim sorunları, asansör sorunları, çöp sorunları, kimin oturduğu belli olmayan insanların rahatsız edici gürültü sorunları… Aidat aniden yükseliyor, durduğunuz yerde borçlanıyorsunuz. Yönetime gidip soruyorum “bu neyin parası?”. Yaşı genç personelin deneyimsiz ucuz cevaplarını alıyorum, “Siz kimi kandırıyorsunuz?” Diyeceğim diyemiyorum. Kullanmadığım spor salonunun parasını, temizlenmeyen koridorun temizlik parasını, sürekli arızalanan ve kalabalığa yetmeyen minibüs gibi asansör parasını, koridorun saçma kullanılmayan havadan elektrik parasını ödetiyorlar. Burasının adı rezidans; Optimal residans. İçim burkuluyor, çocuğum için harcayacağım parayı bu sahtekarların açıklaması olmayan aidatiarına faturalarına ödüyorum. İndirim yapmıyorlar, acımıyorlar, binlerce daire başına aldıkları yüksek aidatın haddi hesabı yok. Ucuza çalıştırdığı personel sürekli değişiyor, sadece yönetim sekretaryası kızcağız alışılmış yalanlarla çalışmaya devam ediyor. Yalana alışmış, dolana alışmış, eğer içinde biraz insanlık varsa o da bir gün vicdanı sızlayıp bu ucube binadan gidecek.
Binaya kimlerin girip çıktığına gelince, güvenlikli diye düşündüğüm binaya giren çıkanın haddi hesabı yok. Öncelikle motor kuryeler yemek taşıyıp duruyorlar, sanki hiçkimse evinde yemek pişirmiyor. Bina giriş kapısı bir butonla açılıyor, kartla geçiş olsa da kapı butonunu bilen herkes basıp geçebiliyor. Sürekli açılan kapanan bu güvenlik kapısı sık sık bozulunca açık kalıyor, bu sefer elini kolunu sallayan herkes içeri girebiliyor. Binanın güvenliği nerde? Bir sürü daire, bir sürü insan; Çinli, Amerikalı, afgan, özbek, türkmen, araplar dizboyu, en son bolca rus komşumuz oldu, Türkler azınlıkta. İn midirler, cin midirler, kiracı mı ev sahibi mi, günü birlik mi belli değil? Çıplaklar, giyinikler, belki sapık belki gey… Asansörde hepsi ile karşılaşmak mümkün, Türkçe konuşan da yok.
Bir sabah işe gidiyorum asansör düğmesine bastıktan sonra arkamdaki duvarda çizimi görüyorum, gördüğümden utanıyorum. Bir erkek cinsel uzvu. Ressam özeniyle karakalemle çizilmiş, küçük çocuk yapamaz bayağı yetişkin birinin çizimi. Kaynar sular başımdan aşağı akıyor. Çocuğum görse ne cevap vereceğim. Ayıptan öte tam bir rezalet ötesi. Yönetime mesaj atıyorum. Duvarda birkaç gün kalıyor resim, gözüm takılıyor, görmezden geliyorum, olacak iş değil, ıslak mendillerle kendim temizliyorum. Bir ay geçtikten sonra belli belirsiz daha büyük bir çizim görüyorum. Anlatılacak türden değil. Foto çekip hemen yönetime gönderiyorum. Yapanın bulunması için kameralara bakılmasını da talep ediyorum. Görüntü, masum çocuğum için travma olabilir. Benim için utanç verici. Hangi sapık, hangi kendini bilmez manyak çiziyor bunları. Ardından yine ressam özeniyle asansör yan duvarına kurşun kalemle yine erkek cinsel uzvu resmediyor. Yönetime artık isyan ediyorum, bulun ve uyarın diye. Uzun bir süre ses yok, çizim yok. Duvarlar beyaza boyanıyor.
Binanın benden sonra taşınan insanlar, boş daireleri dolduruyor. Ama komşuluk yok, asansörde ben günaydın diyorum. Çok soğuk insanı, koridorları, yönetimi, fikirtepe mahallesinde yapılan konutların tozu dumanı ve gece yarısı bile devam eden gürültüsü. Çok özlüyorum geldiğim yeşil mahallemi, kafesteki kuş gibi sadece karşımda gördüğüm uzaklardaki denizin maviliği rahatlatıyor beni. Onun dışında ucube binanın her şeyi mutsuzluk. Aidat yükseliyor, yükseliyor, iskan olmayan bina faturası yükseliyor, hiçbir şey usulünde değil, usulsüz. Bu binadan çıkmak istiyorum, ama etraftaki evler daha pahallı, kira fiyatları inanılır gibi değil. Uçuyor her şey, evler, market, giyim, hiçbir şey eskisi gibi değil. Sıkışıp kalıyorum. Biraz daha dayan diyorum kendi kendime. Fakat öyle güçlü niyet etmişim ki bir akşam ev sahibim arıyor, buluşalım diyor. Anlıyorum ne söyleyeceğini. 8 aydır zamanında verdiğim kira bedelinin iki katı olmuş evimin değeri bu ucube binada. Beni çıkarıp iki katı liraya başka kiracıya verecek evi. Hem de küçücük evi? Daha bir yıl olmamış. Ayaklarım geri geri giderek buluşuyorum, ev sahibi ile. Bana komik bir neden söylüyor evden çıkmam için. Annesi abisinin bebeğine bakacakmış, evde bebek varken uyuyamazmış, vardiyalı çalışıyormuş, bu nedenle kendisi oturacakmış. Karşısında hayatın tüm gerçeklerini yaşamış biri olduğunu bilmiyor. Zavallı diyorum içimden. Nursuz yüzüne bakıp “Bana dürüst olabilirsiniz. Yeniden kiraya vermek istiyorsunuzdur, çünkü evin değeri yükseldi “ diyorum. Koca ağzını açıp at dişlerini göstererek gülüyor: “Hayır ben oturacağım, İsterseniz kahve içmeye gelebilirsiniz” diyor. Boğazımda düğüm, “kahven de sen de bat” diyorum, içim acıyor. Zor durumumu anlatıyorum, zaten az zamanda çıkacağımı söylüyorum ama beni çıkartmaya kararlı. Doğum günümde bana noterli ihtar kağıdı gönderiyor. Ardındaki günlerde mesajlar atıyor, emlakçı numaraları, sahibinden ev ilanları, tanımadığım emlakçılara numaramı vermiş, akşamın bir saatinde aranıyorum. Ev sahibi beni taciz ediyor. Ne güzel bir doğum günü hediyesi, hayat neden bana acımıyor , isyan ediyorum. Sağ omzumdaki melek diyor ki: “Sen istedin bunu, ağaçlı bir ev istedin ya işte bu dileğini gerçekleştireceğiz.” Her şerde bir hayır vardır. Deli divane olup ev aramaya başlıyorum. Bu evi bulmadan önceki hüznüm gibi yine ruhum kararıyor. Yine derin sessizliğin içinde dönüyorum. Elimden tutacak kimsem yok. Ne yapacağım, nerelere gideceğim, nasıl taşınacağım? Daha bir yıl olmamış buraya taşınalı, yeniden mi çilem olacak? Öyle bunalmışım, eş dost arıyorum, herkes meşgul, herkes kendi derdinde. En yakın arkadaşıma “konuşmaya ihtiyacım var” desem de yarım saat yolculukla minibüse atlayıp gelmiyor yanıma. Yol bahane, saat bahane. Kimseyle dertleşemiyorum. Babam kızacak “hadi mahallene dön” diyecek, ona da anlatamıyorum. Kendi kendime karar veriyorum, eskisi gibi yine kendim çözeceğim sorunumu, başkasına gerek yok. Arıyorum tarıyorum, evler pahallı, ucuzu harabe. Ama bulacağım. Dua ediyorum. Niyet ediyorum. Sonunda penceresinde ağaçları olan eski bir ev buluyorum hem de güzel bir semtin tam ortasında. İşte hayalimdeki ev, hemen anlaşıyorum yeni ev sahibi ile, çilem bitsin artık. Eşyalarım kolilerde, ellerim şişmiş, ucube binadan ayrılıyorum. Sahtekar yönetime gidiyorum, bana usulsüz evraklar imzalatıyorlar. Borcumu kapatmama rağmen, gelecekte doğacak borç ibaresi var, soruyorum hiçbiri cevap veremiyor, üç kağıtçılık diz boyu, “silin bu cümleyi, borcumu ödedim ben” diyorum. Gözlerinde sanki yakalanma korkusu varış gibi birbirlerine fısıldıyorlar ne yapmaları gerektiğine karar vermek için, sonunda “otomatik sistem yazısı diyor” cahil deneyimsiz sekreter. Sonraki gün kuzenim, bilirkişi ile gidip almak istediğim evrakı alıyorum ama çok zor. Kepçe kulaklı sahte müdür, yirmibeş yaşlarında olmalı, elleri ceplerinde saygısızca onay veriyor: “hazırlayın istediği evrakı yeterince uğraştım” diye tıslıyor. İçimden hepsine lanet okuyorum: “Ucube binada başka daireler ve hostes sizin başınıza dert olsun” Evrakımı alıp çıkıyorum.
Hostes ev sahibine gelince, evi boşalttıktan sonra bilir kişi ile buluşuyoruz. Bilir kişi benim kuzenim. Onun yanında da emlakçı olduğu belli ama dayısı diye kendini tanıtan biri var. Bu yaşlı adam, artık nasıl anlatıldıysam çok bilmiş gelip, benim haklılığımı görünce susan bir adama dönüşüyor. Ev sahibinin durduk yere sinirli tavırları adamın da hoşuna gitmiyor. Hostes, evin her yerini kontrol ediyor, eksik bulmak için çabalıyor ama bulamıyor, küçük bir yer ve boya hariç. “Bir yıl daha olmadı oturalı ne boyası?” diyorum. Benim kuzenle tartışıyorlar. İkibin nakliye yardımı söz vermişti ev sahibinin annesi ama onu boya parası diye vermek istemiyorlar. İçimden Allaha havale edip, haram edip, kalsın diyorum. “Depozitomu verin yeter” diyorum. Alıyorum. Ucube binanın ucube suratlı, meymenetsiz ev sahibini son görüşüm olması için dua ediyorum. Paramı alıp onu cehenneme havale ediyorum. Bana vermesi gereken ikibin lirayı da zehir zıkkım ediyorum. Dualar büyük, ilahi adalet var.
Bilirkişi kuzen bu iş bitince bana dönüp diyor ki: “Bu şirret hostes kadından kurtulduğun için fakire sadaka ver” diyor. “Vereceğim” diyorum. Veriyorum da.
***
Penceremden kavak ağacının sararmış yapraklarını seyrediyorum. Üzerimden kalkan ucube binanın ve meymenetsiz ev sahibinin yükünü cehennemde bıraktım. Şimdi cennetteyim. Daha ferah, daha güzel, huzurlu pencerelerin ardından baktığım sokağımda marketler, kırtasiyem, manavım, kasabım eczanem, HAYAT var. En güzeli de gökyüzümde bulutlara uzanan kavak ağaçları ve ıhlamur ağaçlarımın uzun dalları var. Bir yıl önceki Kasımdan bu Kasıma neler yaşamışım? Hayatımın artısını eksisini hesaplıyorum ve bir sonraki Kasım ayında neler olacak merak ediyorum. Her şey vaz geçemediğim şekersiz kahve tadında…
Nevriye Gürel