“İşte bütün servetim bu yüzük” diye geldi, bir deprem enkazının üzerinde 1150 odalı saraylara kadar yükseltti servetten beklentisini. Bu halka layık olacağım derken bakanları vekilleri kendisine layık olma yemini etmeye başladı, bizi ise sıradan bir hayatı yaşamaya bile layık görmedi.
Yazıyı düşünürken parmağımdaki yüzüğe takıldı da gözüm. Rahmetli anneannem ben daha 15 yaşındayken almıştı doğum günümde; kibar, sade, el işi yüzüğüm altından. Rahmetli dedemden kalan emekli maaşı ile ilçede kendi evlerinde yaşayan anneannem, her düğünde tüm torunlarına, yeğenlerine altın bir şeyler takmayı başardı, adettendir. Tutumlu kadındı.
2001 krizinde mezun oldum. İş bulmam 4-5 ayı buldu. O zamanlar böyle senelerce süren ve insanı hayatından bezdiren işsizlikler yokmuş herhalde ki herkes teselli ediyordu: Kriz var diye bulamadın, yoksa sürmezdi bu kadar.
Yeni işe başladığım dönemlerde ben de anneme altın bir küpe almıştım. Kalıcı bir hatıra olsun, özledikçe taksın, kızım maaşıyla almış desin, benimle gurur duysun istemiştim.
22 senedir çalışıyorum. Bu sene kimseye düğününde altın takamadım.
Adam bütün servetim bu yüzük diye geldi, bir yüzük servet oldu. Fakirleştik hepimiz. İşçi, emekçi, memur, orta sınıf, emekli…
Bizi de medyasıyla, şakşakçısıyla, trolüyle sınava tuttular; hani fakirdin kahve içiyorsun işte, hani fakirdi bak bilgisayarı var, hani kriz vardı sinemaya gidiyorsunuz ama, hani bunlar iktidardan memnun değildi bak ne güzel hamburger yiyebiliyorlar, hani fakirdiler telefonu nasıl aldılar?
Fakir çizgisini öyle bir yere çektiler ki karşılığı düşkünün de altına tekabül eder oldu.
Fakir; ısınmasa da kendini yağmurdan koruyacak bir yer bulabilen, düzenli olmasa da arada ağzına bir lokma bir şey atabilen, emeğinin değerini ve iş güvencesi gözetmeden kim kaç para teklif ediyorsa minnetle işe koşması gerekenler onlara göre.
Bu insanlık değil.
Bir nankörlük edebiyatı da aldı başını gitti. Dümdüz bile yaşayamadığımız hayatımızda, evde buzdolabı var diye şükretmemiz beklendi: Musluktan su akıyor diye, internet az da olsa en azından var diye, alamasak da market rafları dolabiliyor diye, bugün de tutuklanmadık diye, konvansiyonel bir savaşın ortasında değiliz diye şükret bari nankör!
21 senede hiç iltifata nail olamadık ama kalan her şey olduk; nankör, terörist, ‘FETÖ’cü, PKK’lı, haysiyetsiz, namussuz, sürtük…
Hiç övgü alamadan insanca bir yaşamı sürdürmeye çalışmak, insan kalmak zordu, her bir hakaret ve tedbiri sürekli göğüslemek zorunda kalmak da.
Her birini reddetmeye çalışır, haklılığımızı açıklarken yaşamdan beklentimizin kantarı kaydı.
Ölmesek, öldürülmesek iyi diye düşünmeye başlayan insan nasıl bilim dalında Nobel Ödülü hedeflesin, Oscar beklesin, dünyayı takip etsin.
Geçenlerde Yeni Zelanda hükümeti, ayrılığa bağlı aşk acısı çeken gençlere yönelik yardım hattı, destek birimi kurulması ve kampanya yapılması için ayırdığı 4 milyon dolarlık bütçeyle gündem oldu.
“Daha İyi Sev” mottosuyla başlayan kampanyanın videosu “Ayrılıklar berbattır” cümlesiyle açılıyor.
Sosyal Kalkınma Bakanlığına 1200 gençten “Ayrılık acısına katlanamıyorum, desteğe ihtiyacım var” talebi gelmesi üzerine bir gençlik kuruluşu olan Youthline ile birlikte bakanlık harekete geçmiş.
Tek mecrada bile milyonlarca imza verdik İstanbul Sözleşmesi için, yürüdük, alanları doldurduk, sokaklardan evlere girmedik de tınmadılar.
Medeni ülkeler yurttaşların mutluluğuna çalışırken biz fakirleştiğimizi ve ölüm tehlikemizin bulunduğunu ispatlamaya çalışıyoruz.
Bu yüzden seçim sonrası için taleplerimizin çıtasını yeniden belirleyelim ve insanca yaşamı düzgün tarifleyelim diliyorum.
Canının çektiği herhangi bir şeyi yiyemeyen fakirdir. İnsanca yaşamda buna kıstas simit değil, suşi de antrikot da dahil. Bir insanın tadını merak ettiği bir şeyi hayatı boyunca tadamayacağını kabul etmesini beklemek insanca değil.
Parasızlık yüzünden seyahat edemeyen fakirdir. Fakir hissetmek için gidilemeyen yer illa memleketi, köyü olmak zorunda değil, bir insanın kendi ülkesinden başka bir yere maddi koşullar yüzünden adım atamayacağını bilerek yaşamasını talep etmek insanca değil.
İnsanın, güvenlik risklerine, kendisine uygun bulmamasına, hiç keyif almamasına rağmen para için bulduğu işi yapmak zorunda kalması fakirliktir. Yeteneğine, hevesine, merakına, isteğine rağmen bir insan bir mesleği sadece geliri yetmeyecek diye tercih edemiyorsa, bu insanca değil.
Bir genç istediği üniversite ve bölümü, puanı tutsa da barınma ve geçim derdi yüzünden tercih edemiyorsa bu fakirliktir. Akademik başarısı yüksek birisi, kirasını ödeyebilmek için alanı dışı işlerde çalışmak zorunda kalıyorsa bu insanlık adına, bilim adına, akademi adına da bir kayıptır.
Yüzlerce yıldır mücadelesi verilen insanca çalışma koşullarına uygun saatler haricinde, mesai bittiği halde ek iş yapmak zorunda kalmak fakirliktir. Karın doyurmak, fatura ve kira ödemek için, emekliliğin mümkün olmayacağı ya da refah getirmeyeceği ön kabulüyle sadece çalışarak yaşamak insanca değil.
Sevdiği şarkıları yüzlerce insanla birlikte bir ağızdan söyleyebilmek için, belediyelerin ücretsiz konserlerini kovalamak zorunda kalmak fakirliktir. Tiyatroda görmek istediği oyunu bilet fiyatı yüzünden izleyememek, sinema yerine bir filmi bilgisayar ekranından izlemek zorunda kalmak, geçim sıkıntısı yüzünden herhangi bir üyeliğini iptal etme mecburiyetine düşmek fakirleşmektir.
Aidat veremeyeceği endişesiyle dernek, STK, vakıf gibi herhangi bir örgütlenmeye girememek de fakirliktir.
Berbere gitmek yerine saçını, sakalını kendi kesmeye çalışmak, herhangi bir hobi edinmek için kurs ve malzeme ücreti yüzünden girişimde bulunamamak, çalışmaktan spor yapamamak, hatta halı saha parası denkleştiremediğinden top bile oynayamamak fakirliktir. İnsanca bir yaşam; hayattan tat almamızı sağlayan, kendimizi önemseyebildiğimiz, geliştirebildiğimiz, merak ve heves ettiğimiz alanlarda vakit harcayabildiğimiz bir şeydir.
Otopark parası hesaplamak, benzin fiyatı, yol ücretleri yüzünden otomobil kullanamamak, aracını değiştirememek, yenileyememek de fakirliktir. Fakirleşmek; bir aracın hayalini bile kuramamak, bir bisiklete dahi sahip olamamak, aylık toplu taşım ücreti hesaplamak zorunda kalmak kadar alt çıtada değil.
Ekonomik bağımsızlığa sahip olamadığı için, güvencesiz hayat endişesi ile fiziksel, psikolojik, ekonomik, cinsel herhangi bir şiddete rağmen aile kurumu içinde yaşamak zorunda kalmak fakirliktendir.
Sosyal hakları yalnızca hayatta kalma ve kirayı ödeyebilme seviyesinde göremeyiz. Hepimizin insan olduğunu, yaşadığını hissettiği, amacı, hedefi, hayali olan bir hayat en doğal hakkı.
Ekonomik koşullarla bu sağlansa da müzikle duygulanmayan, tiyatrodan zevk almayan, bir resmin derinliğine gözleri dalmayan, kitap okumayan, okumamakla gurur duyan, yalnız fiziksel kavgada kendine güvenip bağırdığında haklı çıkacağını sanan, karşısındakini dinleme yeteneğine sahip olmadığından bile bihaber olan, empati yoksunu, başkalarının mutluluğuna düşman insanın ruhu fakirdir.
Cebimizdeki para bir gün artsa da başkalarıyla iletişim kuramadığımız, diğer insanlara tahammül edemediğimiz, nefretle dolu bir hayat, kimseye zenginlik vadetmiyor.
Finansal değerler üç beş yılda toparlanıyor da çürümüş toplumsal ahlak, geçmiş travmaların etkisi onlarca yıl insanlığın üzerinden kalkmıyor.
Cumhuriyete ikinci bir yüzyıl hayali kurarken, diğerlerinin de insan olduğunu göz önüne alarak yaşayan bir toplumu hedeflemeli. Burada çıtanın; öldürmeyecek kadar birbirine tahammül etmek seviyesine geriletilmesi kabul edilemez.
Öteki addedilenlerin hayatta kaldığı için şükretmesi beklenemez.
Örneğin insanın cinsel yönelimi yüzünden toplumdan dışlanması, iş bulamaması, hakarete uğraması zaten kabul edilemez. Ama insanca bir yaşam tahayyülünde eğer evlilik kurumu varsa bu seven herkes için geçerli olmalı.
Ömrünü birlikte geçirdiği hayat arkadaşına, yasalar evliliğe izin vermediği için evlilikten kaynaklı hakları kullanamadığından, mirasını bırakamadığından, sevgilisini velayetine almak zorunda kalmak; insanlığa asıl yaşatılan ayıp budur, yatak odasındaki rızası olan iki kişiden başka kimsenin görmediği şeyin ayıbı olmaz.
Bir insanın inancını, inançsızlığını, kültürünü; şiddete, ayrımcılığa uğrama korkusu ile yaşayamaması kabul edilemez. Bir memlekette kaybolmaya yüz tutan dillerin varlığını bilip yazılı-sözlü kültürünü korumaya çalışmamak, milyonlarca insanın konuştuğu dilin önünde engel olup edebiyatını, sanatını üretmesine izin vermemek, nesillere aktarımının önüne geçmeye çalışmak, yok saymak, asimile etmeye çalışmak kabul edilemez.
Değişir mi?
Değişir.
Siyasetle, idareyle değişir. Eğitim sisteminde din derslerini, dinler tarihine çevirirsiniz, insan hakları dersi koyarsınız, sınıf öğrencilerinin kendi kültürünü anlattığı dersler yaparsınız, ayrımcılık suçlarını anlatırsınız, toplumsal cinsiyet eşitliği dersi verirsiniz, kamu sınavlarına bunları ölçümleyen sorular eklersiniz.
Televizyon dizilerinde öteki addedilen kesimlerden, izleyicinin kendini özdeşleştireceği, empati yapacağı karakterler eklersiniz. Kamu spotları yayımlarsınız. Gazete manşetleri ayrımcılık suçundan yargılanan insanların aldığı cezaları yayımlar, “aşk cinayeti, kıskançlık cinneti, tek gecelik kiralık evde şüpheli ölüm” gibi manşetlere meslek etiğinden ceza verir, tekzip yayımlatırsınız, şiddet övgüsünü, çağrısını yasak kılar, bu yasağın duyurusunu yaparsınız.
Kadınların istihdam oranını yükseltmek adına kurumlara hedef koyar, kadın istihdamı için teşvik ya da karşılamayanlar için ek vergi yükümlülükleri getirirsiniz. Yönetim kademesinde kadın oranı düşük kalıyorsa, kadınlar bir üst mevki için talepte bile bulunmuyorsa, performans ölçümlerine kurum içinde “imposter sendromu”ndan mustarip kadınlar mı var diye ölçümlemek için maddeler eklersiniz.
Birleşik Arap Emirlikleri’nin bile akıl edip kurduğu “Mutluluk Bakanlığı” var. Devlet, yurttaşların mutluluğu ve refahı için vardır. İçinden kadın kelimesi çıkarılmış ya da yalnızca tabelasına iklim sözcüğü eklenmiş bakanlıklarla yetinmek zorunda değiliz. Güney Kore, “Cinsiyet Eşitliği Bakanlığı” kuralı 22 sene oldu.
Sonra işte gün gelir ruhu fakirlikten çıkarsanız da ayrılık acısına bile derman olmaya çalışan kurumlarınız olur.
Ama şimdi bizim için ayrılık berbat bir şey değil, bu iktidara kapıyı göstermenin yeri geldi zira maddi, manevi fakirleştik, fiziksel ve ruhsal yorgunuz, sıfatlarımızda keder yerleşik.
İnsanca yaşam talebinde çıtayı arşa taşımamız gerek. Bu seçimle işimiz bitmeyecek, ancak hak kayıplarında rakımı yeniden sıfır noktasına getirsek bile büyük zafer. Üzerine sonra dağ gibi talepler eklenecek.
Bu hayati seçim için hatırlatmamı yapayım:
Seçmen listelerimizi kontrol edelim, tüm apartmanı görebiliyoruz, komşular dahil bakmak gerek. Bunu bir kez değil, seçime kadar düzenli yapacağız.
Oyu verip çıkmayacağız, oyların, sandıkların, çuvalların başında duracağız. Burada hâlâ örgütlenmeyen varsa acele etsin.
Kolay bir süreçte değiliz, mayın tarlasında koşarak seçime gidiyoruz, tartışma üslubunda da insanca yaşam tahayyülünü hatırda tutalım derim. Kötü dil kimseyi iyi olana ikna edebilmiş değil.
Bizim derdimiz hepimiz için iyi olana birlikte ulaşabilmek.
Hepimize 14 Mayıs’ta miadını çoktan doldurmuş toksik bir ilişkiyi geride bırakarak muhteşem bir ayrılık diliyorum.
Özgürlük, büyük bir zenginlik.
Ayşen Şahin
https://www.evrensel.net/yazi/92748/hangi-zenginlik-ve-bu-nasil-bir-fakirlik