İlkay Hanım ilk bebeğini eline almanın sevincini daha yeni duymuştu ki kötü bir haberle sarsıldı. Bebeğin acilen kuvöze alınması gerekiyordu. Çünkü erken doğan bebekler belli bir süre kuvöze alınmaktaydı. Öyle de yaptılar…
Onu kucaklamayı, saatlerce yanında tutmayı bekleyen İlkay Hanım bu hareket karşısında kızgındı ve biraz da kırgındı ama yapabilecek başka bir şey de yoktu. Bebeğe bakarak: “Bebeğim, bebeğim!” diye mırıldandı o kadar.
Sonra onu alıp sabah yattığı, mavi çiçeklerle süslenmiş boş odaya getirdiler.
Odayı sabah serinliğinden uzak, boğucu, buruk ve acılı bir hava kaplamıştı. Odada bekleyen insanların yüzündeki sevinç yerini endişeye bırakmıştı. Bebeğin kalbindeki yavaşlama, kalp ritminin bozukluğu doğumla beraber artmış, çocuk morarmaya başlamıştı. Bu da vücuduna yeteri kadar kan pompalanmamasının sonucunda olan bir şeydi. Acilen aortunun genişletilmesi gerekiyordu. Durum açık bir şekilde raporda yazıyordu.
Bu çok iyi bir ekiple yapılacak acil bir müdahale demekti. Başarı için epey bir çalışma ve bolca umut gerekiyordu. Çünkü karşılaşılan olay milyonda bir gözüken, sonuçlanması ümitsiz bir vakaydı. Tabii başarmak da vardı ama o da yüzde otuz bir ihtimaldi.
Makineye bağlı geçen iki günün sonunda gerekli olan ekip oluşturulup ameliyat başlıyor, neşter ve kan kokularının içinde… Ameliyathanenin soğuk duvarları arasında geçen sekiz saatlik bir operasyonun ardından ne olacak? Yaşayacak mı? Yaşarsa önünde daha ne kadar çok ameliyat vardı?
Sorular, insanların aklında hep bu sorular vardı. Sürecin ne kadar zor ve yorucu olacağı şimdiden belli olmasına karşın, ne kadar süreceği belli değildi!…
Kimi dua ediyor başında, kimi de bu kadar oldu ya gerisi gelir, dilekleriyle odanın kasvetli havasını yumuşatmaya çalışıyordu.
Onlarınki aslında bir teselliydi, kendi kendini kandırma tesellisi de denebilirdi buna.
Böyle endişeli geçen beş günlük zamanın sonunda küçük bebeğin yaşam mücadelesi sona erdi.
Bu süre içinde bir saatten az görmüştür bebeğini İlkay Hanım. Ama bu bir saat bile olmayan süre, hayatının tamamını kaplayacak kadar uzun sürecek ve onun bedeniyle beraber sönecek acıları saklayacaktı. Hiç bitmeyen bir acıyı bedenine eklemişti bu ölümle!…
Ve son anları, onu yıkadığı son on dakika… Parçalanmış vücudunu görüp onu ıslatabilmek, dokunabilmek ve acaba çok acı çekti mi, diye düşünmek? Onu hastanenin soğuk koridorlarından umutla geldiği bu yerden kucaklayarak çıkarabilmek!…
Ne kadar acı verir bir anneye? Bu annenin çığlıklarını hastanenin beton duvarları örtebilir mi?
Sonra onu, bu kara topraklara gömmek, belki de bir daha uğramayacağı gurbet elde tek başına bırakıp gitmek!… Aslında gitmekte değil de, onu omzuna alıp sonsuza kadar kalbine gömebilmek!…
Sırtında taşıdığı bu ateşten gömlekle yıllarca yaşayabilmek!…
Neslihan Minel