7.9 C
İstanbul
3 Aralık 2024, Salı
spot_img

MARTİN EDEN

Martin Eden, hayatımda okuduğum en tatlı, en acı ve en doyumsuz kitaplardan biriydi. Kitap öyle büyük zıtlıklar barındırıyordu ki bu özelliğinden olacak bir başyapıttı. İnsanoğlunun en güzel eserlerinden biriydi…

Otobiyografi gibi yazılan eser de Eden; gettoda yaşaması, çamaşırhanede çalışması, ceketini rehin olarak bırakması, yaşamını güçlüklerle kazanması gibi sebeplerden dolayı insanlara kırgındır… Yazılarının kıyıma uğraması ve başlıklarının değiştirilmesi gibi sebeplerden dolayı da yayıncılara kızgındır. Bu gibi sebeplerden dolayı siyasi kuramlarla, bireyciliğe saldırır.

Kitapta London’un maceralı ve yoksul hayatı Eden’ın kişiliğine bürünür. Eden’da da isyankâr bir yan vardır. Ruhu açığa çıkan Eden, London’u yansıtır, içindeki sessiz çığlıkla.

Bu anlamda London’la Eden arasında birbirine benzeyen birçok ilişki vardır. London’da gemilerde çalışır, ütücülük, balıkçılık yapar, istiridye işinde çalışır. 15.000 ciltlik kütüphanesi vardır. Ömrü okumakla ve hastalıkla geçer… Karşılaştırma yapılırsa daha başka ortak noktalar da ortaya çıkar…
Bu anlamda otobiyografik roman izleri taşır.

Yazarlığın sıkıntılarını, yayın piyasasının işleyişini de anlatıyordu London. Klasik değişle, romanla gerçekçiliği birleştirmişti.
Romantik değil realistti. Zihinsel anlamda sizi yükseltiyordu.

Kült eser, bir gemi işçisinin yazarlık hayalini anlattığı kadar, benim hayatımı da anlatıyordu. Hayatı kutsal kılan bir tarafı vardı, yaşamsallığı arttıran. Bu özelliğinden dolayı, yazın hayatımda bana çok destek oldu. Kalıplarımı kırmamı sağladı. Küçük çıkmazlardan onun sayesinde kurtuldum. İdealsiz hayatıma renk geldi…

Sorgulayan, idealist, cesur gemici Eden’ın yazar olma hayaliyle başlıyordu hikâye… Ünlü olma, zengin olma hırsıydı bu. Serkeş bir karakterin hızla yükselişi anlatılıyordu.

Kitap zengin kız, fakir oğlan aşkı gibi başlasa da; statü farkı, gelir dengesizliği gibi konular anlatılıyordu. Çokluk, yokluk, hiçlik gibi konular da işlenmişti… Sonunda hiçliğe doğru gitmişti Eden. Statü farkı onun sevgi hissini, hırslara dönüştürmüştü çünkü.

Aynı olay Aylak Adam’daki Bay C’de de vardı. Hayatları bu anlamda birbirine benziyordu. Tutunamayanlar’daki kişilik arayışı karakterin, yaşama karşı verdiği savaş da aynıydı.

Kendi ıssız kimliğimle bu karakterleri bağdaştırmıştım.
Suç ve Ceza’da da insanın bunalımı çıplak bir şekilde açıklanıyordu. Raskolnikov’un kendiyle savaşının, iç çalkantısının Eden’la benzerliği vardı.
Herman Hesse’in Bozkırkurdu’ndaki karakterle, Eden’da birbirine benziyordu. O karakter de beni çok etkilenmişti. Yüzyıllık Yalnızlık’ta eşsiz kişilik analiziyle, aynı oranda hayran olduğum başka bir başyapıttı.

Keşke ben yazsaydım, diye zaaflar içinde okuduğum kitaplardı bunlar…
Martin Eden, sosyolojik bir kitaptı. Kapitalizmin dişlilerinin nasıl ezici olduğunu anlatıyordu. 1800’lü yıllarda yazılan eser, toplumun gerçeklerini anlatıyordu. Basit bir aşk üzerine kurulan kitap, çok fazla derinlikler taşıyordu. Ruth’un üniversite öğrencisi olması, onun eğitimsiz olması, ekonomik buhranlar… Çamaşırhanedeki hayatın acımasızlığı, çıkar çatışması, gettolar, fakirlik, durmadan çalışan insanlar, çocuklar, yorgunluk vs… İnsanın zihinsel anlamda nasıl yükseldiğini gösterdiği gibi bir o kadar da toplumu eleştiriyordu. Dik kafalı, sorgulayıcı Eden, siyaseti, toplumu ve piyasayı kınıyordu. Bu anlamda duygusal olduğu kadar sosyal bir romandı.

Eden, hırslı bir karakterdi. Aşkı sayesinde içindeki gücü ortaya çıkarmıştı. Beğenilmek için sürekli okuyordu. Ruth onun ulaşılamayanıydı. Ona ulaşmak için gece gündüz çalışıyordu. Lizzie ise ilk aşkıydı. Aslında doğru insandı. İşçi sınıfından olan Lizzie, onu koşulsuz sevmişti, doğal haliyle. Ama o Ruth’u seçmişti, yani zor olanı.

Ruth’la tanışması onun için kırılma noktası olmuştu. Çünkü Ruth’un yaşadığı ev, sahip olduğu kitaplar, bilgi ve kültür birikimi onu çok etkilemişti. Gece gündüz çalışarak: Max, Nietzsche okuyarak, onun seviyesine çıkmaya çalışıyordu. Zengin olmak, farklı olmak, onun gibi olmak istiyordu Eden…

Bir süre sonra Martin, sıradan işçi sınıfındayken Ruth’u elde edecek kadar ünlü bir yazar olmuştu. Yazarlık şöhretiyle istediği hedefe ulaşmıştı. Kendisinden üç yaş küçük olan, üniversite öğrencisi Ruth kadar bilgi birikimine sahipti. Hatta onu geçmişti. Tanıştığı ilk yıllarda yaşadığı şaşkınlık, sınıf farkı, onun gayretiyle bir anda ortadan kalkmıştı. Peki, bu onu mutlu etmiş miydi?…

Artık hayatın anlamsızlığını, gereksizliğini fark etmişti. Yükselmek nedensizdi. Hedefine ulaştığında her şeyin boş olduğunu anlamıştı. Aristokrasinin sahtekârlığını görmüştü. Burjuvanın ne kadar yapmacık, ikiyüzlü olduğunu anladığında, insanlardan nefret etmiş, kendini oraya ait hissetmez olmuştu… Ama artık her şey için çok geçti… Ne üst sınıf olabilir, ne de eski fakir dünyasına, gettosuna geri dönebilirdi. Kendine uygun bir yaşam bulamamıştı. Arafta kalmıştı. Bu dünyadan tiksinen Eden, Ruth’dan da nefret eder olmuştu. Yazma savaşında ilhamı olan Ruth artık ruhundan silinmişti.

Ruth’la tanışmasıyla başlayan arayış, London’un kişiliğinden izler taşımaktaydı. Bu benzerlik intiharla başlayan süreçle devam etmişti. Bireyci Martin ile sosyalist London’un kaderi burada kesişmişti.

İntihar sebebi, arayışlarının son bulması olduğu kadar, beklentilerinin bitmiş olmasıydı…

Okur, yazar olmayan Eden, statü farkını kapatmak için gece gündüz çalışarak, insanı kâmil olmayı başarmıştı. Varoluş savaşında, hayallerini, fikirlerini unutarak, hayata tutunmaya çalışmıştı. Martin’in Ruth’un gözüne girmek için başlattığı savaş, kendini aramasıyla son bulmuştu. En sonunda hayatın bir kadın için olmadığını anlamıştı. Gerçeğin kendi iç dünyası olduğunu kavramış ve özüne dönmüştü…
Anlam arayışı bitmişti…

Beğenilmediği için basılmayan kitapları, ünlü olunca basılmaya başlamıştı. Sistem ünlüler için çalıştığı için eserleri artık değerliydi. Bu süreçte insanların ikiyüzlü olduğunu anlamış: “O kitapları zaten yazmıştım.” diye sitemini dile getirmişti.

Kitaptaki Ruth, aşkı bekleyen anlamındadır. Melek imgesiyle anlatılır. Ve kırlangıcını bekler yıllarca… Fakat kırlangıçla beraber kavuşamadan yere çakılır. Ve kaybeden tabii ki Martin olur…

Kendini yıldız tozu, olarak gören Eden, zamanla olgunlaşır, fikirleri değişir. Eski yazdıklarını beğenmez olur. Evrimsel süreçleri inceleyerek, gerçekçi eserler yazmaya başlar. Bu arada etrafındaki insanların gereksizliğini de fark eder. Öyle ki Ruth bile onun gözünde küçülmeye başlar. Basit duyguları bırakarak sonsuzluğa yönelir. Ruth’ta bu arada beyninden silinmeye başlar…. Artık o kendini bulmuştur…

Güçlükle yaşam süren Eden, biriktirdiği parasını ev sahibesine inek almak için harcar. Çünkü onun hayali mandırasıdır.
Sonra en yakın arkadaşına çalıştıkları çamaşırhaneyi alır. İnsanca muamele yapması ve çocuk işçi çalıştırmaması gibi konularda uyarılarda bulunur. Bu sözleriyle kapitalizme olan öfkesini kusar.

Ablasına olan borçlarını fazlasıyla öder. Eniştesi buna çok şaşırır.
Bu hareketleriyle geçmişe olan borçlarını ödediği kadar, paranın ne kadar gereksiz bir şey olduğunu da anlatmaktadır.
London, bu kitaba ilk başta; kırlangıç, başarı, yıldız tozu gibi isimler vermeye çalışsa da evrim alanında okumalar yaparak; Martin Eden’da karar kılmıştır… Ve en doğru kararı vermiştir .

Bir süre sonra karanlığa düşer Eden, kapkara bir nehrin zifiri siyah karanlığına… Onun yolu denizlerin mavi zifiri karanlığıyla birleşmiştir artık. Boğulacağı yeri kendi belirler ve serin sularda kulaç atarak kaybolur gider… En son nehirlerin denize karıştığı yerde, serin sularda yok olur…
Korkudan, umuttan, kendini azad eden Eden: ‘Sürgün nehir bir denize dökülüyor!…’ diyerek karanlık bir suda boğulmuştu. Çok olmaya çalışmış ama Virginia Woolf gibi boğulmuştu. Woff’ta deniz olmayan bir nehirde yok olmamış mıydı?…
Sâdık Hidâyet, Sylvia Plath, Stefan Zweig da aynı kaderi paylaşmamış mıydı?…

Hayat sonsuz değildi… Onlar yaşama doymuşlardı… Kavga ve arayışları bitmişti…
Her aşamada okur için önemli olan kitap bana: Tutunamayanlar’ı anımsattı.
Oğuz Atay’da aynı kaderi paylaşmamış mıydı? 43’ünde yaşamını kendi elleriyle sonlandırmamış mıydı?…
Tutunamayanlar’daki gibi umutsuzluk yerini korkuya bırakmıştı. Çokluk ve hiçlik duygusuna kapılan Eden, koşulsuz hiçliği seçmişti… Çünkü hiç bir hayat sonsuz değildi…
Romanda Eden’ın ruhunu okuyorsunuz. Kitap o kadar samimi olmuş ki bitiminde büyük bir boşluk hissediyorsunuz. Sanki içinizden büyük bir yumru çıkmış gibi… Çığlıksız, sessiz…

Martin Eden’da hayata karşı hantallaşan insanın, sonsuz, bitimsiz, tükenmez direnci vardı. Farklı bir tınısı, senfonisi vardı…
Bu mücadelenin hatırası kalbimde her daim yaşayacak!…
12 Ocak 1909’da Amerika’da doğan büyük yazar Jack London’ı doğumun yüz on beşinci yıl dönümünde saygıyla anıyorum!…

Neslihan Minel

Facebook Yorumları
Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,330AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler