Bundan yıllar önce Kafka’nın bir babayla oğlu arasındaki çelişkileri anlattığı, “Yargı”
adlı öyküsünü bir gecede yazdığını duymuş şaşırmıştım. Nasıl bir gecede yazar diye hayretler içinde kalmış, Yargı gibi bir öykü, bir gecede nasıl biter, olamaz diye düşünmüştüm.
Şimdi okuduğum beyaz kapaklı, 229 sayfa, ‘Dön Kardeşim’ adlı kitabı da Mustafa Mutlu dokuz günde yazmış.
İlk başta eski bir anıyla başlayan kitabın kapağı içeriğine göre biraz hafif kalmış. Sadece bir telefon mesajı üzerine kurulan kapak resmine inat, kitabın içinde birçok mesele var hacimli. Kapak bu anlamda çok resmi ve sınırlı bir imaj sergilemiş. Yazarın isminin üste olup, kitabın isminin altta olması ve yazarın isme göre daha küçük yazılması da ayrı bir tezatlık. Bence kitabın ismi yazarınkinden daha büyük olmalı ve üstte olmalı. Çünkü kitabın içeriği yazarı büyüten tek gerçektir. Çoğu eseri insanlar kitabın ismiyle bilir, yazarını sonradan anımsar.
Kırmızı Kedi’nin başarısını Virginia Wolf’tan biliyorum. Kapak tasarımları ve son okumaları iyidir. Ama bu kitap da nedense yazım hataları vardı. Her zamanki gibi yercesine okuduğum sayfalarındaki bazı yanlışlar gözümden kaçmadı.
Eser, siyasi bir kitap gibi yazılsa da, itirafların olduğu anılarla, geçmişin izlerinin sayfalara aktarıldığı bir günce ya da anı defteri olmuş. Otuz iki yıllık iş yaşamını eksileriyle, artılarıyla açık bir hesaplaşmayla, sistemi sorgulayarak, kaygıyla, eleştirel bir bakışla yazmış yazar.
Okurken bazı yerlerinde duygulanıyor, bazı yerlerindeyse hem gülüyor, hem düşünüyorsunuz. Bir iç hesaplaşmanın, duygu yoğunluğunun ve anıların ağırlığını hissediyorsunuz satırlarında.
Herkesin hayatında olduğu gibi onunda yükseldiği, düştüğü, işsiz kaldığı, sessizliği ve sesliliği en doruk noktasına kadar yaşadığı anlar olduğunu anlıyorsunuz.
Zaten hepimizin hayatı da böyle değil midir? Bazen hiç evden çıkmaz günlerce susarız, bu bir iç hesaplaşma, bir düşünme, bir suskunluk, bir yorgunluk sürecidir. Bazense bugün hava güzel diye sabahın köründe kendimizi dışarı atarız. Sanki yıllarca mahkûmmuşuz da ilk defa özgürlüğümüze kavuşuyormuşuz gibi coşkundur yüreğimiz.
Kitabın her sayfasında, bu kokuyu alıyorsunuz. Bunu iyi bir günde yazmış, mutluluk akıyor kaleminden diyorsunuz. Başka bir sayfadaysa bugün sinirli, kavgalı hayatla. Bak arkadaşıyla da kavga etmiş, eminim öfkesi ondandır diye, buruk bir anlam yüklüyorsunuz ruh haline.
Zaten bize yazarları tanıtan, sevdiren kendinden önce yazıları değil midir? Ben ki Kafka’yı hiç görmemiş biri olarak sanki bir büyüğüm gibi üstat diye sayıyor, her gün anıyorum onu. Hatta bundan on yıl önce Prag’da onun kaldığı evleri gezmiş, bir köprünün yanında bulunan müzesini ziyaret etmiş, o da yetmemiş mezarını aramıştım bilmediğim sokaklarda. Hatta internet şifrelerim Kafka98, Kafka2001 gibi şeylerdi. Bu kadar beynime işlemişti yazılarıyla ve Milana’ya Mektupları’yla.
Aynı takıntım tüm yazarlar içinde geçerliydi. En son Kemalettin Tuğcu’yu ziyaret ettim Çengelköy mezarlığında.
Hiç tanımadığım ama kalbimde hep yaşayan, anılarımın bir köşesinde yer alan, az ama anlamlı kişilerdendi bu yazarlar.
İnsan hayatını değerli kılan, yaşama şeker tadında güzellikler katan bu insanlar olmasa hayatımız kim bilir ne kadar yavan olurdu. Her kitap, her film ne kadar derin izler bırakıyordu fark ettirmeden. Kitap bitince ‘ah’ bitti diye üzülürken, yıllar sonra okuduğunuz bu kitap bir an da aklınıza geliyor ve hayatınıza yeniden farklı bir renk katıyordu.
Mesela benim yıllar önce izlediğim Titanik filmini bugün yeniden izlemem gibi. Sinema salonunda ağlayarak izlediğim, bittiğinde günlerce etkisinden kurtulamadığım filmi tekrar izledim ve eski anılarım yeniden canlandı. Keşke okuduğum kitapları tekrar okuma şansım olsa, kim bilir aynı duyguları tekrar yaşar mıyım, tekrar aynı tadı verir mi bana?
İlk defa okuduğum bu kitap, daha önce okuduğum kitaplarda bulamadığım farklı bir tat verdi bana.
Konu çeşitliliği, anılarının samimiliği, anne sözüyle başlayıp yine, “dik başak oldum anne,” diye bitirmesi. Bu anlatım, kadınların çocuk yetiştirmedeki başarısını ve gücünü gösterdiği gibi yazarın annesine olan bağlılığını da gösteriyor.
Kadın akılcılığı, yönetim kabiliyeti ve lider yetişmedeki başarısıyla bütün dinlerde kutsaldır. Özellikle anne figürü baskındır yazıtlar da, kitabeler de. Hz Meryem, Kibele, İsis ilk akla gelen kutsal kadınlardır.
Bunun yanında Picasso’ya annesi: ‘Eğer asker olursan general olacaksın, rahip olursan Papalığa yükseleceksin.” demiştir. Yani çocuğun kişiliğine ilk şekil veren annedir. Zaten ünlü insanlar, ilk öğretmenlerinin anneleri olduğunu, başarısını annelerine borçlu olduklarını övünçle anlatırlar. Buradan kadın eğitiminin önemi ve kadın liderliğinin başarısı ortaya çıkmaktadır.
Kitapta bulduğum başka bir tat da Kafka’nın Davası’nın tadıydı. Kitabın kahramanı Joseph K. bir sabah uyandığında, sebepsiz yere mahkemelik olduğunu öğreniyor ve dava süreci başlıyordu. Bu şekilde adalet sistemindeki aksaklıklar farklı bir dille sorgulanıyordu. Hayatı, insanları, gerçekleri hayali bir kahramanın kişiliğiyle harmanlayarak, adalet kavramını çetrefilli bir dille eleştirmek amacıyla yazılmıştı kitap. Bu kitabın başarısında Kafka’nın hukuk doktorası yapmasının payı da vardır.
Mustafa Mutlu’da bundan yaklaşık yüz yıl sonra; “Dön Kardeşimle” aynı sorgulamayı yapmıştı. Çarkın nasıl döndüğünü, insanların hayatın içinde nasıl savrulduğunu, adalet kavramının kişilere göre nasıl değiştiğini, örnek açıklamalarla ve hayat tecrübesiyle anlatmaya çalışmıştı.
Hiç şaşmaması gereken adaletin, kişilere göre nasıl değiştiği, güncellendiği, sabit kalması gereken değerlerin rayından nasıl çıkarıldığı, örneklerle anlatılmıştı.
Oysa Hz. Ömer “Adalet mülkün temelidir,” sözüyle adaletin ne kadar önemli bir kavram olduğunu çok güzel vurgulamıştır. Zaten adliye salonlarında bu söz geçer, ama kaç kişi bunun anlamını kavramıştır bilmiyorum.
Kitapta hoşuma giden başka bir söz de, ‘kovulmam iyi oldu, bu kitap bu sayede yazıldı’ diyen sevinçli anlatımdı.
Yıllar önce Albert Einstein sürgün olarak kütüphaneye gönderilir, memur olarak. Arkadaşları, üzgün müsün diye sorduklarında; ‘neden üzgün olayım, zamansızlıktan okuyamadığım kitaplarımı okudum,’ demiştir. Kovulmam iyi oldu sözü bana Albert Einstein’nın sevincini anımsattı. Her şey de bir “hayır” vardır derler ya aynen öyle.
Kitapta yazarın paylaştığı bir anı vardı depremle ilgili tam bir trajedi. Okurken insan donup kalıyor. Ben de daha önce aynı yerleri görmüş, aynı şeyleri hissetmiştim. Binaların yıkımı, insanların çaresizliği hala gözümün önünde. Neredeyse kullanılacak hiçbir yer kalmamıştı. İnsanlar o soğukta çadırlarda kalıyordu. Tabi her trajedi de olduğu gibi en çok etkilen, en çok duygusal yıkıma uğrayan yine çocuklardı. Daha önce çalıştığım köylerde yokluğun ve yoksulluğun ne olduğunu görmüş, tezekle soba başında ısınmaya çalışan çocukların soğuktan kızaran burunlarına şahit olmuştum. Yoksulluk en çok da çocukların yüreğini testere gibi biçiyordu. Kara lastikle, sırtındaki tezek çuvalıyla okula gelen çocukların gözleri hala aklımda. Hüzünlü ama umut dolu gözleri…
Bu yazıda küçük kız çocuğuyla olan diyalog çok güzeldi. Bu anı da yazarın sahiplenmesi ve koruyuculuk tarafı ön plana çıkıyordu. Babaların kızlarına, erkeklerin de annelerine düşkünlüğü burada da vardı. Bu yüzden olacak ben de erkek çocuklarına karşı daha korumacıyımdır hemen sahiplenirim.
Kitabı, kendi anılarımla harmanlayarak, geçmişimin acı, tatlı günlerini hatırlayarak hüzünle bitirdim. Okuduklarım, yaşadıklarım, meslek hayatımda karşılaştıklarım… Ne varsa bir bir geçti gözümün önünden. Ne çok şey yaşamış, ne çok biriktirmiştim aslında. Diğer insanlara aktaracağım, bunları yaşadım diyeceğim ne çok anım olmuş. Ve yaşadıkça birikecekti bu anılar ben istesem de istemesem de…
Her şeyin bir sonu olduğu gibi her şeyin bir başlangıcı vardı. Her bitişin sonu yeni bir başlangıca gebeydi. Yarın yeni bir gün olarak ve yeniden, merhaba diyecektim dünyaya. Biraz daha umutlu, biraz daha mutlu. Ve geçen yılların ardından elveda demektense yeni güne merhaba deyip doğan her gün için ayrı şükredecektim. Ve geçen yıllara inat var olmanın bilinci ve kalıcı olmanın ümidiyle daha çok çalışacak, ben de yaşadım bu hayatta diyebilmek için var gücümle ölümsüzlüğü arayacaktım. Bu sınavım ne kadar sürer bilmem ama var olma ve yok olmanın sonsuzluğuna karşı verdiğim savaş hiç eksilmeyecekti. İnsanların hoyratlıklarına, zamanın acımasızlığına inat gecemi, gündüzüme katarak, kaşarlanan ruhumun gücüyle, daha çok direnç göstererek devam edecektim. Kalemimi kırmadan, satmadan, insafsız rüzgârların, acımasız güçlerin eline bırakmadan…
Neslihan Minel