Geçen akşam büyük torunun 4. sınıfı bitirme töreni vardı. Artık bu yeni sistemde neyin mezuniyet, neyin diploma olduğunu anlamadığımdan çok da sorgulamadan söylenen yerde olmaya çalışıyorum. Ama törenin antik Agora’da olduğunu duymak gerçek bir sürprizdi. Alışageldiğimiz bangır bangır pop müzik eşliğinde, kabarık elbiseli, papyonlu miniklerden yetişkinleri taklit etmesinin beklendiği törenlerden farklı olarak bu kadim ve güzel şehrin yüreğinde, tarihin koynunda bir dönemi kapatma ve bir diğerine adım atma fikri, yine bu kadim şehirde mebzul miktarda üremeye başlayan kifayetsiz muhterislerin, mesnetsiz herbokolgların darladığı ruhuma nasıl iyi geldi anlatamam. Akıl edene selam olsun.
Kafamda bin cümle, bir miktar küfür, bolca memleket kaygısıyla öküzden bir tık zarif olarak turnikeden geçerken, yan turnikeden yaşam sevinci dolu bir sesin İngilizce “Merhaba, bu gece nasıl hissediyorsunuz” cümlesi karşısında kendimi kelimenin tam anlamıyla gözüne fener tutulmuş tavşan gibi hissettim. “Len olum deli misin divane misin? Uzaylı mısın? Bela mısın nesin abi sen? Yok canım bana demiyordur” cümlelerinin kafamdan jet hızıyla geçmesini anladım da o panik, o korku neydi onu hiç anlamadım.
Öyle ya ayakta durabilmek için, yıkılıp gitmemek için, kalan 3 kırıntı umudu kurda kuşa yem etmemek için her allahın günü, her saat, her an gardımızı hiç indirmeden, üstümüze yağan şer yağmurları altında takılıp düşmeden yürümeye çalışmıyor muyuz biz? Doktor döven cahilin eğitimliden nefret ettiği gibi, alanda hiçbir eğitimi olmayan kendinden menkul herbokologların cahil cesaretiyle uzmanları, profesörleri küçümsemesi karşısında ağzımız bir karış açık kalmıyor mu? Başarıda ortak olan ama sorun karşısında araziye uyanların ülkesi değil mi burası? Höpürecek köpürecek bir şey bulamadığı zaman son çare olarak niyet okumaya sığınanların, o niyet okumaların bu ülkede defalarca etnik ya da etnik olmayan katliamların temelini oluşturduğunun farkına bile varmayarak kendilerini hâlâ solcu, demokrat falan sandığı bir coğrafyada değil miyiz biz? Hain, işbirlikçi, uşak sıfatlarını bonkörce kullanmakta beis görmeyen, tarih boyunca da beis görmediği için bunca acıya neden olduklarının farkına bile varmayan aciz insanların hazımsızlıklarının, kıskançlıklarının dünyayı ve bu toprakları kirletmesini izlemek zorunda kalanlar bizler değil miyiz? Evet hayatımız böyle. Ve sen bayım, sen yaşam dolu bir sesle “Bu gece nasıl hissediyorsunuz” diyerek beni nasıl korkuttuğunun, savunmalarımı nasıl paramparça ettiğinin, zorlu, belalı da olsa “alışkın” olduğum dünyamdan nasıl çıkardığının farkında mısın? Ne hakla bayım, ne hakla?
Bizler birbirini sevmeyen, birbirini desteklemekten, arka çıkmaktan nefret eden, mümkünse çelme takan insanlarız. Kavmimiz böyle. Alevi sevmeyiz, Rum sevmeyiz, Yahudi sevmeyiz, Çingen sevmeyiz, Kürt sevmeyiz, Ezidi hiç sevmeyiz. Ortama göre Batılıları bir severiz bir sevmeyiz. Ahanda bak, tee oralara kadar buralar eeep bizim. Atalarımızın kılıcıyla kese kese aldık buraları. Bizden öncesi de yok sonrası da olmayacak. Vardı ve olacak diyen varsa biz onların niyetini gayet iyi biliriz. Kesin işbirlikçidir, haindir, mandacıdır tez kellesi vurula.
Antik Agora olanca görkemiyle, vakur bir tanık olarak orada dikilirken güçlükle dönüp o sesin sahibine bakabildim. Işıl ışıl bakan gözler, tatlı bir gülümseme, sıcak bir beden dili. Nereden düşmüşse buralara gariban. “Sorduğunuz için muhteşem hissediyorum, teşekkür ederim. Siz nasılsınız” diyerek savuşturacağımı sandım. Ama bir insanın diğer insanlara içten ilgisi kolay savuşturulmuyormuş ve “siz nasılsınız” sorusuna verilecek başka cevaplar varmış. Birlikte yürürken burayı hiç duymadığını, çok ilginç olduğunu söyledi. “Bir gününüzü ayırıp mutlaka gezin, görkemlidir, insanlığın kesintisiz devamını, mekanların insandan bağımsızlığı sergiler, özellikle şu kilitli yerdeki grafitileri görmeye çalışın” dedim ve yine bu korkutan muhabbetin orada kalacağını sandım. Oysa adam zuzaylı. “Hadi gelin parmaklıklardan görmeye çalışalım” dedi. Vay bilader, konforumuzun biricik dayanağı (fikirlere ve mekanlara konan) sınırları, yasakları aşmak haa? Sırada ne var? Devrim mi yapacağız, Mualla’yı sandala atıp ruhumda hicranın mı söyleteceğiz?
Onu çocukça sınırsızlığıyla parmaklıkları kurcalarken bıraktım. Bu kadarı yeterliydi. Kolay değil annane olmak. Çok da dağılmamak lazım. Topla kendini kızım. Freud’a göre her rüya bir isteğin gerçekleşmesi olduğuna göre, bu bir rüyaydı. İnsanca yaşama isteğinin gerçekleşmesi rüyası.
Alana girdiğimde, iki bin yıldır bu topraklara egemen olan tüm milletlerin, dinlerin, etnik kökenlerin çocuklarının hep yaptığı gibi şimdi de Türk çocuklarının neşe içinde koşuşturduğunu gördüm. “Şimdi de” ve belki de “şimdilik”. Agora tanıktır gelip geçiciliğe. Agora tanıktır, kendini alemlerin kralı sananların, İskenderlerin bile görkemli düşüşüne. Çok şey anlatır tanıklığını dinlemek isteyenlere. Agora bütün sırları bilen Şehr-i Kamil’dir.
Ama en büyük, en kutsal, hayalimiz çok farklı. Ve o da “aaaz sonraaa”.
Küçük torun Leyla’yı alanda gezdirirken mezar taşlarının başında ona sarıkların, feslerin, külahların neyi temsil ettiğini anlatıyordum. Küçük bir çocuk sandukası gördü. Bu ne dedi. O çocuk mezarı için dediğimde, bilemedin çocuklar ölmez diye yanıtladı. Haklısın bilemedim dedim ama gözlerim doldu, içim sızladı.
“Çocuklar ölür tatlım” diyemezdim elbette. Sadece insanlar bir dile, dine, millete yapışıp kaldığı için, onu tüm diğerlerinden üstün sandığı için, bu sanının kölesi olanlar salt ucuz niyet okumalarla insanları hain, işbirlikçi, mandacı ilan ettiği için ve başkaları farkına vararak ya da varmayarak onlara şakşakçılık ettiği için çocuklar ölür. Onların ölmemesi için “bu akşam nasıl hissediyorsunuz” diye sorabilenlerin artması lazım.
Az önce cıngılını verdiğim kutsal hayale dönelim: bir değil her milletten, her dinden, her mezhepten çocuklar sadece Agora’da değil yeryüzünün her santiminde sınırsızca koşturabilsin. Seksenine gelmiş adamların, kadınların, farklı kimliklerin dostluğu karşısında kuduran nasır tutmuş kalpleri, kötücül zihinleri onlara ulaşamasın. Hiçbir çocuğun hain, işbirlikçi, mandacı laflarını duymayacağı bir dünya kurulsun. Hayal dediğin de bu kadar iddialı olmalı zaten.
Ve sen, sen “How do you feel tonight” diye soran adam. Dünyayı yerinden oynattın biliyor musun? Nerden bileceksin ki? Biz Anadolu’da anca düşmanlık biliriz, kıskançlık biliriz ve en çok da cehalet biliriz. Freud derdine yansın, biz nevrozun kitabını yazmış insanlarız. Nereden bileceksin ki masum bir soru bir yandan şarıl şarıl kanatırken öte yandan yaralı umudumuza, inancımıza merhem olur. Hep böyle kal bayım. Benim ülkemde rastladığın herkese sor “bugün nasıl hissediyorsun” diye. Bu kötülükle başa çıkmaya çok büyük katkın olur inan bana. Belki de o zaman tüm çocuklar birlikte koşuşur.
Al bu şiir de sana gelsin aslında son derece sıradan ama son derece olağanüstü adam.
Aysel Git Başımdan
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
aysel git başımdan istemiyorum
benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
dağıtır gecelerim sarışınlığını
uykularımı uyusan nasıl korkarsın
hiçbir dakikamı yaşayamazsın
aysel git başımdan ben sana göre değilim
benim için kirletme aydınlığını
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Islığımı denesen hemen düşürürsün
gözlerim hızlandırır tenhalığını
yanlış şehirlere götürür trenlerim
ya ölmek ustalığını kazanırsın
ya korku biriktirmek yetisini
acılarım iyice bol gelir sana
sevincim bir türlü tutmaz sevincini
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
sevindiğim anda sen üzülürsün
sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş
uzak yalnızlık limanlarına
aykırı bir yolcuyum dünya geniş
büyük bir kulak çınlıyor içimdeki
çetrefil yolculuğum kesinleşmiş
sakın başka bir şey getirme aklına
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
aysel git başımdan seni seviyorum
Attila İlhan
Ayşen Tekşen