18.7 C
İstanbul
18 Eylül 2024, Çarşamba
spot_img

AYRIK OTU

Başlık bu olsun dedi, Gregoviç. Gerisi size kalmış. Bir otu nasıl anlatabilir ki insan? Yaprağı yeşil ama tam yeşil değil. Azıcık solgun, beyazlatılmış kot pantolon gibi. Çiçeği çiçeğe benzeemez, çayı içilmez. Atlar için iyiymiş. Karacabey ve Çifteler de yetişen otlar at beslemek için en iyileriymiş. O yüzden Osmanlı oralarda haralar kurmuş. Bildiğiniz ot işte. Bir kökü var. Bir değil çok kökü var demek lazım. Çünkü toprak altında birbirine bağlı onlarca kökü oluyor. Birini koparsanız biye bir başka taraftan sürgün atıp büyümeye devam ediyor. Kuraklığa en dayanıklı bitkilerden biri . Bununla ilgili halk arasında yayılmış söylenceler bile var. Yedi yıl bir eşeğin semerinde dolaşmış. Toprağa düşüp suya erişince az kalsın susayacaktım demiş. Falan filan… Yalan elbette. Köylüyü, çiftçiyi çok zorladığı için uydurulmuş olmalı. Çapayla söküp attıklarımız bir daha yeşermiyor. Yani sihirli bir bitki değil. Bunu bir tek ölmez otu yapabiliyor. Yıllarca yağmuru bekledikten sonra yeniden döngü başlıyor.

Peh peeh peh, kendime pek şaşırdım. Ne bilgili, ne donanımlı adamışım bee… Tutmayın lan beni. Ayrıt otu hakkında daha paylaşacak pek çok bilgim var. Bence Gregoviç bu başlığı canımın istediği gibi saçmalamam için vermemiştir. O ayrık otunun yaşama tutunma gücünün insanlara ve olayları aktarılmasını istemiş olmalı. Hatta sosyal mesajlar, ana fikir falan bulmalıyım. Azim ve kararlılık… Hadi kolaysa gel sen yumurtla da görelim.

Sabahın yedisinde parkın içerlerinde bir yere otururdu. Oturacağı yeri insanların gelip geçtiği kaldırımların uzağından seçerdi. Ve illa otururken sırtını bir palmiyeye yaslardı. Bir paket sigara çıkarırdı. Bir küçük şişe, bir çay bardağı. Ceplerini karıştırırken ki halini görmeliydiniz. Sanki bir ambarın içinde telaş içinde koşturuyordu. Bir küçük şişe su ve elma. Bazen bir tane muz… Kırk cepli paltosu falan yoktu. Sadece bir ceketi olurdu. Yazın sofra bezi gibi çimenlere serer, kışın da sırtında giyerdi. Sesini duyamazdım ama konuşurdu. En azından dudakları kıpırdar bakışları bir noktaya sabitlenirdi. Kısa sakalları kirli, saçları yağlı ve karışıktı.
Her sabah bir otuz beşlik şişeyi içerdi. Her sabah yarım litre su, üç, beş sigara , bir muz veya elma ile… Saat sekizi biraz geçmişken kalkıp giderdi. Bardağı ve şişeleri oturduğu yerde bırakırdı. Çimenlerin üzerinde kıçının izini, muzun kabuklarını ve elmanın koçanını da… Hiç kimseyle konuşmazdı. İnsanlarla göz teması kurmazdı. Sabah telaşındaki insanları, iş saatine yetişmeye çalışan otomobilleri, korna seslerini işitmezdi. Koca kentin göbeğinde rakısını içerken kendi ıssızlığının ortasındaydı.

Tamam, iyi ama ayrık otu nerede? Olmadı ki böyle. Adam istikrarlı ve kararlı ama ayrık otu gibi dayanıklı mı? Zamana ve diğer insanlara meydan okuyor mu? Bunların hiç biri yok. O sadece kafasına göre takılıyor. Ayazda üşümüyor ama yağmurda parkta olmuyor. Demek ki ıslanmayı pek sevmiyor. İstemeden yıkanmış olmak hoşuna gitmiyordur belki. Kendi ter kokusunu seviyordur, bedeninin yağını, kirini…

Bu böyle olmadı, ayrık otunu yeniden düşünmeye başlamalıyım.
Kenan arkadaşım yazlığın bahçesine çim ekmiş. Fakat ayrık otları hızla büyüyüp daha çim tohumları yeşermeden çabaları boşa çıkarıyordu. Ayrıkları her sabah tek tak temizleyip boş yerlere yeniden tohum ekiyordu. Bu gittikçe kısır döngüye dönüştü. Bu toprak, bu güneş, bu su ve iklim ayrık otunun vatanı kardeşim. Öteki yabancı ve narin… Tutunamaz. Boşuna uğraşma. Bırak ayrık otu yeşili bir bahçen olsun. Arada biçip sularsın. Hayat kısa, ayrık yaprakları şahane…

Efrayim adını pek duymazsınız. Yahudilere özgüdür ama muhacirlerde de tek tük vardır. Bizim uçuk, kaçık, beter öykünün kahramanı bu genç adamdır. On altısına yeni girmiş, tek tük sakallanmaya başlamış, erkek güzeli birisi… Bu delikanlı her sabah Çınarlı’ya okula gidiyordu. Meslek okuluna. Bitirince elektrikçi çıkacakmış. Her sabah Gültepe’den Boğaziçi’ne iniyordu. Her sabah Halkapınar deresini geçip bir gevrek alıyordu. Isıra ısıra yoluna devam ediyordu. Öğle yemeğini okulda veriyorlardı. Hem devrimci hem aşıktı. Boğaziçi’nde bir çingene kızına… İncecik, dal gibi bir taze… Kaşı gözü kalemle çizilmiş kadar güzel, ağzı burnu tam yerli yerinde. Fıkır fıkır, capcanlı, ışıl ışıl… Kim görse aklının yarısı uçar gider. Öyle güzel bir şey işte. Anası ile babası kalaycıymış. Yılın büyük bir bölümünde köy köy kasaba kasaba gezerlermiş. At arabasıyla… Ne zaman, nerede yaşadıkları belli değildi. İşte bu yüzden bu kızı sevmek çok zordu. Seven insan görmek istiyordu. Gülüp, konuşmak, gezip tozmak… Sinemaya gitmek, el ele tutuşmak.

Yazılmamış, anlatılmamış aşk hikayesi kalmamıştır. Bizimkisi de öylesine sıradan başlıyor. Ama birden bir fırtına kopuyor ve her şey rayından çıkıveriyor. Daha okullar açılmadan bir gece yarısı darbe oluyor. Milletin menfaati içün. Akan kanı durdurmak, kardeşin kardeşini öldürmesini engellemek için. Demokrasiyi işler yoluna girinceye kadar askıya aldıklarını söylüyorlar. Demokrasi bize bol gelmiş. Üstümüze oturmamış. Geceleri evlerden insanları toplamaya başlıyorlar. Bizim oğlanı da içeri alıyorlar. Devrimciymiş, Kurtuluşçulardan. Silahı olduğunu söylemiş birileri. Örgütün Gültepe sorumlusu olduğunu da fısıldamışlar. Önce dövmüşler. Yorulunca elektrik vermişler. Filistin Askısına kadar her şeyi denemişler. Uykusuz bırakmışlar, ailesiyle tehdit etmişler. Arada sevecen davranmışlar. Acımışlar, korumuşlar, merhamet etmişler. İyilikle yola gelsin istemişler. Bakmışlar olmuyor yine falakaya. Silahın yerini söylememiş. Örgüttekilerinde isimlerini vermemiş. Çünkü her ikisi de yokmuş. Konuşmadı demiş öteki tutuklular. İşkenceye dayandı. Helal olsun, demişler. …şaklı adammış. İddianame hazırlanıncaya kadar üç yıl yatmış.

Dışarı çıkınca bir de bakmış ki her şey değişmiş. Mahalle, komşular, arkadaşlar her şey bambaşka olmuş. Okuldan atılmış. Çingene kızı Sibel’de gitmiş. Gitmese ne olacak sanki? Çingeneler sana kız mı verirler. Huyunuz suyunuz, gelenek göreneğiniz birbirinize benzemez. Davul bile dengi dengine. Kız çok yetenekliymiş. Dansöz olmuş, bir gecede dünyanın parasını kırıyormuş. O turistik yerlere gidiyormuş, anne babası kalaycılığa. Komşulardan biri onlar uşağa gittiler, demiş. İşte bizimkisinin ilk yolculuğu böyle başlamış. Ardından Adana, Giresun ve yirmi yılda yaklaşık elli il gezmiş. Bir kez Sibel’in anne babasını bulmayı başarmış. Ama daha derdini anlatamadan onlar bilinmeze kaybolup gitmişler. Sibel’i hiç görmemiş. Bunun uzaktan bakışarak, kıyıdan köşeden süzerek genç adamın içinde mayalanıp çoğalan sevda olduğuna inanmıyorum. Fukarayı çok dövmüşler, aklını oynatmış bence. Bu kıza takılıp kalmış.

Televizyona çık demişler. Onlar sana sevgilini bulurlar. Oysa bu kız hiçbir zaman elini tuttuğu, mektuplar yazdığı, fuarda gezdiği bir sevgili olmamıştı. Deli deyip kapıdan kovalarlardı. Ben bu adamla karşılaştığımda elli yaşını geçmişti. Artık Sibel’i aramıyordu. Bulmak da istemiyordu. Pişmanlık duyduğundan değil onun yokluğu ile, yoksunluğu ile kendi içinde bir denge kurmuştu. Sibel bir yerde yaşıyordu. Keyfi ve rahatı yerindeydi. Sağlığı da iyiydi. Kaliteli mekanlarda göbek atıp çok para kazanıyordu. Böyle olduğunu düşünmeyi seviyordu. Ona sadece bir kez olsun elini tuttun mu? Onu öptün mü?, diye sordum. Hayır, dedi. Yüzünün ifadesi bu tür soruları soramayacağımı anlatıyordu. Sustum.

Bu kırık aşk hikâyesi her gencin başına gelebilir. Ama yüz genci sokaktan çevirip sorsak, bir kızı bulabilmek için elli il gezer misin? Oralarda yatıp kalkacaksın. Günübirlik işlerde çalışacaksın. Hatta bazen sokaklarda yatacaksın. Ve bunlar dört mevsim kesintisiz sürecek. Evet diye yanıtlayan bir kişi bile çıkmazdı. Peki ayrık otu nerde kaldı? Hikâyenin kahramanı Efrayim ayrık otu kadar inatçı, dayanıklı, mücadelecideki değil mi? Olmadı haklısınız. Ayrık otu başka alemde, Çatlak Efrayim başka bir alemde. Gregoviç bu anlatıma kesinlikle geçer not vermez. Ben en iyisi Güneş Balçıkla Sıvanmaz atasözünün açıklayan bir metin üzerinde çalışayım.

Başlık Ayrık Otu olsun dedi Gregoviç. Cümlelerinle bu başlığı dantel gibi doku. Bana yatmamı söyledi Gregoviç. Ama uyumamı sağlayamadı. Gece düşündüm, gündüz düşündüm, ayık düşündüm, kafam çakır düşündüm. Olmadı, olamadı. Denize indim. Birkaç metre derinde kumlardan yükselen çayırlar gördüm. Balıkların kuzular gibi otladığı çayırlar. Uzun tel tel yaprakları yeşim taşları gibi ışıl ışıldı. Dalgalarda kırılan güneş çizgiler halinde çimenlerin üzerine düşüyordu. Işıktan kalın çizgiler oynadıkça kayalar oynuyordu, suyun dibindeki çayırlar. balıklar ve ben. Suyun dibine indim. Kökleri birbiri içine geçmiş binlerce bitki kocaman bir koloniydi. Denizin dibinde bile ayrıklar gördüm. İnanmayan taş olsun.

Eylül 2024 Sinop
Seyfullah

Facebook Yorumları
Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,320AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler