Firuze Hanım, sabahın olmasını dört gözle bekliyordu, çünkü yarın ayrı bir bayramdı onun için. Bayramın arifesi olan bugün, çok dua etmiş, çocuklarının ve torunlarının gelmesini her şeyden çok istemişti. Akşamdan hazırladığı tatlıları, şekerleri mutfağa dizmiş, yarın kavuşma günü diye sevinmişti.
Firuze Hanım, eskiden beri severdi bayramları. Bayram sabahı hep bir vuslattı onun için ve sonu olmayan bir mutluluktu. Hiç bitmesin istiyordu bayram günlerinin. Keşke her sabah bayram olsa, diye kalkıyordu yatağından.
Bu sabah da aynı dua ve istekle kalktı ve hemen namaza durdu. Sonra her zamanki sürüncemesinden uzak, daha hızlı adımlarla koştu mutfağa. Çaydanlığın altındaki suyu döküp, yenisini ekledi ve demliği koydu üstüne.
Ardından bundan vazgeçti, “semaver” dedi, “bugün çok misafir gelir, en iyisi semaver olsun!…”
Bakır işlemeli, yaldızlı semaveri hazırladı başköşeye yerleştirdi. Sonrasında elektrik kablosunu prize soktu; “ işte oldu,” dedi.
Firuze Hanım, her şeyin doğal olanını severdi, “keşke semaverin kömürlüsünü bulmuş olsaydım.” diye geçirdi içinden.
Kim bilir ne kadar güzel olurdu kömürde demlenen çay. Ya kahveye ne demeli, közde kahve ne güzel olurdu; “ah, köyüm, ah!” dedi sonra.
Kayınvalidesi geldi aklına; “bibi” derdi, kayınvalidesine. Bibisi ne derse onu yapar, o oturmadan oturmaz, kalkmadan kalkmazdı. Misafirler gelince kapı önünde oturmadan bekler, hizmette hiç kusur etmezdi.
Bir keresinde ayakta uyuklamıştı da, bu yüzden herkesin içinde bir tokat yemişti.
Firuze Hanım, bu kadar sıkıntıya rağmen, hiç sorun çıkarmaz, ses etmez, elinden geleni en iyi şekilde yapmaya çalışırdı.
Kayınvalidesi de onun bu iyi niyetini saflık olarak değerlendirir, onu kullandıkça kullanırdı.
Yemek verdikleri bir gün vardı ki, hayatının en kötü sayılacak kadar kötü bir günüydü. O kocaman tencerenin içine girmiş, yıkamak için duvarlarını ovarken, bibisi tencereyi yuvarlamış, Firuze Hanım’da onunla beraber yuvarlanmıştı.
Düştüğü taşların arasından çıkıp, ıslanan üzerini değiştirmeden, tekrar başlamıştı işe.
Her seferinde; nasılsa bu da geçer, diye umursamıyor, sabırla bu günlerin bitmesini bekliyordu.
Bu sabırlardan biri, bibisinin vefat etmesi olmuştu. Sonra hasta yatan eşinin vefatı. Artık ona kızacak, bağıracak, tokat atacak birileri kalmamıştı etrafında. Ama bu sefer de parasızlık, yokluk baş göstermişti, ıstıraplarının bitmediği dünyasında. Beş çocuk ve yeni bir iş, ne kadar zor olursa, o kadar zor olmuştu onun için!…
Sabah, iş yerinin temizliğini yapıyor, ilerleyen saatlerde yemeğe geçiyor, on kişiye, üç kap yemek hazırlıyor, o bitince bulaşığa sonra da çay, kahve faslına başlıyordu. Merdivenleri her gün kaç kere inip çıktığına o bile şaşırıyordu. Fazla kilolarına rağmen inip çıkarken zorlanmıyor ya da zorlansa da mecburum diyerek, daha hızlı adımlarla işine sarılıyordu. Bu kadar zorluk içinde çocuklarını tek başına büyütmüş, hepsini iyi kötü bir yuva sahibi yapmıştı. Özellikle de kızlarına daha düşkün olan Firuze Hanım, kızlar hayırlısıyla gitti, diye şükrediyor, torunlarını daha başka seviyordu.
Babaları olsa tam tersine oğullarına düşkün olurdu. Daha doğar doğmaz bakışı farklı olurdu, çünkü onlar daha özeldi babaları için…
“Ah be, keşke yaşasaydı da görseydi bu günleri. Ama olmadı işte, ne evlendiklerini ne de torunlarını görebildi.”
Semaverin fokurdayan sesi onu daldığı âlemden uyandırdı. İki bardak çay koydu demliğe; “yeter bu kadar!” dedi, kendi kendine.
Sonra da pencerenin önüne oturup, kehribar tespihini çekmeye başladı; “Suphanallah, Suphanallah…” diyerek torunları gelinceye kadar, gözünü yoldan ayırmadı…
Neslihan Minel