Karabağlar yaylasında oturup da irimlerde yürümüyorsanız, bilin ki eksik yaşıyorsunuz. Sabah gün doğarken yürüyün irimden irime. Güneş yükselir, kuşluk vakti geçer, farkına bile varmazsınız. Yürümek için akşamüstünü mü seçtiniz? Güneşin battığını size sokak lambaları söyleyecektir. Yaylanın yabansıysanız, sakın ha güzelliklerin albenisine kapılıp dalmayın; kaybolursunuz.
Mevsimlerin sırrına ermekse muradınız, yaylaya gelin. Kış ebegümecidir, hardaldır, şevketibostandır; bahar turp otu, yabani sarımsak, sarmaşık; yaz harımlardan kendisini irimlere atan kabaktır, salatalıktır, acurdur, kavun karpuzdur. Dallarda eriktir, elmadır, armuttur. Güz üzümdür, incirdir, böğürtlendir, cevizdir.
Çalı diplerini kanarya sarısına boyayan çiçek ise göç çiçeğidir. Ekimde çanını çalar; haydi kış geliyor. İrimleri sulara; harımları karatavuklara, çulluklara, sincaplara bırakın der size.
Muğla türkülerine ezoterizm tadını katan Galip Birgili’nin “Karanfili saksılarda kurutması, suyunu billurlarda durultması da; yaylada bülbül ötmesin demesi de boşuna değildir.
Bülbülsüz yaylanın olmayacağını o bilmez miydi sanıyorsunuz?
“ Rinni ninna ninanay ninanay da
Aman da aman Ferayi…”
Aşklar aşklara benzerse, hikâyeleri de birbirine benzer elbette. Ama hangisi gerçek, hangisi uydurma bilinmez.
Yaraşlı Salih’e;
– Anlat hele, diyorum. Neydi şu otun hikâyesi?
Salih, yaylanın yelinin, selinin; otunun, çiçeğinin hastası.
– Ben diyeyim yüz, sen de iki yüz yıl önce diye söze başlıyor. Ova köylerinde bey oğlu varmış.
Delikanlı ata, ava pek meraklıymış. Atına atladığı gibi tee, yüce dağlara vururmuş kendini.
Bir gün dağlarda dolaşırken keçi ardında bir kız görmüş. Kız mı bu? Su gibi bir şeymiş. Bey oğlunun yüreği bir hoplamış ki sesini karşı dağlar duymuş.
Varıp kıza derdini anlatmak istemiş. Yörük kızı, keçiden beter, bir anda bir kayadan ötekine seker; bilmeyenin içinden çıkamayacağı kapızların bir o yakasından, bir bu yakasından gülermiş.
Bey oğlu, yörük kızını almayı kafasına koymuş. Dönüp köye anasına söylemiş.
Anası;
– Oğul, sevdanı anlarım da bize bahçeden tarladan anlayan gelin gerek. Dağın yörüğü, ne
bostan bilir, ne harman. Vazgeç bu sevdadan demiş; ama oğlu da “Nuh demiş, peygamber dememiş.”
Yaz bitip de yaylaya güz inerken, Yörüklerin kışlaklara gideceğini öğrenen bey oğlu sürmüş atını dağlara. Akşam alacasında kızı yakalamış; atmış atın terkisine. Yörük kızı da bey oğluna meyilliymiş ki etme tutma, dememiş.
Bey oğlu, yörük kızını dağdan düze indirmiş, indirmesine de. Nevri dönmüş. Çünkü kız, keçi keçi kokarmış.
Ne yapsın bey oğlu? Keçi ardında koşan, keçi kokacak, gül kokacak değil ya! Bir güzel yıkanır arınır bu kokulardan, diye düşünmüş.
Hamamdan hamama götürmüş kızcağızı. Gülsularıyla yıkatmış. Günler aylar geçmiş. Ten kokusu geçmiş; ama nefes kokusu bir türlü geçmemiş.
Bey oğlu; “Kaderim, katlanırım!” demiş; demiş demesine de anası, sabah akşam “Götür bu kızı dağlarına.” diye söylenir olmuş. Dahası, kızla ne sofra paylaşıyormuş ne oda. Hatta gelini kokuyor, demesinler diye, kimseleri evine almıyor, kızı da evden dışarı salmıyormuş.
Yörük kızı, derdini kimselere açamamaya mı yansın, bir odaya hapsedilmesine mi; yoksa sevdiceğine yaşattığı sıkıntılara mı? Bunalmış; dağlara dönmeye karar vermiş.
Zaten oğlan da anasının baskılarından illallah demişmiş.
Yörüklerin kışlaklardan yaylalara da dönme vaktiymiş. Bey oğlu, yörük kızını bir başka ata bindirmiş birlikte yola çıkmışlar. Yaylada da irimlerin dere olmaktan çıkıp yol olmaya başladığı zamanlarmış. İki sevdalı, kederler içinde giderlerken yörük kızının atı, kesiklerdeki bir çıtırtıdan mı ürkmüş bilinmez, gemi azıya almış, kayboluvermiş. Bey oğlu, iki gün iki gece suları henüz çekilmemiş, bağlar bahçeler arasında yörük kızını aramış. Çaresiz köye dönecekmiş ki uzaklardan bir kişneme sesi duymuş. Kesiklerden atlaya atlaya, batak bahçelerde bata çıka varıp bakmış ki at, eski bir yurt önünde kişner. Yurdun kapısını omuzlayıp içeri girmiş. Sevdiceği bir köşede baygın yatarmış. Kucaklayıp sarmış onu. Neden sonra kızın keçi değil; mis koktuğunu fark etmiş. Şaşkınlıktan dili tutulmuş.
Yörük kızı, uyandığında kendisine hayran hayran bakan sevdiceğini görünce gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülmüş.
– Kekik mi kokarsın sevdiceğim, nergis mi, söyle sana ne oldu, demiş bey oğlu.
Yörük kızı hâlâ farkında değilmiş nefesindeki kötü kokuların uçup gittiğinin.
Bey oğlu bu kez;
– Sümbül mü kokarsın, karanfil mi? Öyle güzel kokuyor ki nefesin, söyle ne oldu, ne yaptın, diye sormuş.
– Kız bilmiyorum; ama çok acıkmıştım. Bahçede bir ot buldum. Onu çiğnedim, yuttum, diye yanıtlamış onu.
Maydanoza benzer o ottan birkaç dal koparıp eve dönmüşler. Bey oğlunun anası da şaşırmış olan bitene. Ota bakmışlar; bilenler “kişniş otu” demişler hemen; ama bey oğlu da yörük kızı da ona; “yâri yâre kavuşturan” demiş.
Salih, sözünü burada kesip hemen öte tarafta yetiştirdiği kişnişlerden bir tutam alıp geliyor.
Efendim siz buna ister “kişniş” deyin, ister “yâri yâre kavuşturan”, ister” yar barıştıran”… Siz siz olun sofranızdan eksik etmeyin. Verdiği sağlık bir yana; sofranızda sevgiyi çoğaltacağından emin olun, diyor.
Burası Karabağlar yaylası. Eğer bakmasını biliyorsanız burada yüzlerce çeşit ot görürüsünüz. Onlar irimlerde, kesiklerde, harımlarda sessizce uyanır, sessizce çeker giderler. Tek arzuları cana can katmaktır.
Hırsın, tamahın, açgözlülüğün, bencilliğin kol gezdiği şu koskoca dünyada kişniş otu gibi yâri yârle barıştıran ot olabilmek pek de hafife alınacak bir özellik olmasa gerektir.
Hamdi Topçuoğlu