Sıradan bir akşamdı, öylesine. Herkes kendi halinde… Ben her zamanki gibi bilgisayarın başında… Sandalyemin sallandığını hissettim. Baktım avize de sallanmaya başladı. Bütün ev sıtma nöbetine tutmuş fukara gibi zangır zangır. Sandalyeden usulca inip yere çömeldim. Duvarın dibine, usulcacık. Kalbimin yerinden çıkacak. Bet beniz attı. Korkuyorum ama bir o kadar da utanıyorum. Sarsıntı bir türlü durmak bilmiyor. On saniye mi sürdü? Yirmi mi? Benim gibi kokmuş birine böyle soru sorulur mu? Bir saat sürdü gibisinden saçma sapan bir cevap verebilir. Neyse ki geçip gitti. Birkaç dakika geçmeden sokaklar insan dolup taştı. İnternete baktık, kandilli rasathanesine, sosyal medya sitelerine. İlk haberler on dakika sonra düşmeye başladı. Merkezi Akhisar, şiddeti ise 5.6 Rihter ölçeğiymiş.
Televizyonlar insanı deprem öldürmez. Binalar öldürür, dediler. Yazar Ali Uludağ da çıkıp insanı deprem değil korku öldürür, dedi. Bir de Azrail… Sonra televizyonda biri insanı Azrail öldürür, dedi. Vadesi gelmeyen ölmez. Sosyal medyada biri Azrail neden Japonlara torpil geçiyor? Örneğin yedi şiddetinde bir depremde neden daha az ölüyor diye sordu. Aklım iyice karıştı.
Deprem olunca yarım saat sonra biz de sokağa indik. Evin içinde kalınca insanın psikolojisi bozuluyormuş. Açık havada biraz yürürsek iyi gelirmiş. Açık hava iyi hissettiriyor ama on dakika sonra üşümeye başlıyorsun. Ne kadar dönersen dön, kıçın hep arkanda kalır demiş Çinli düşünür. Evimize geri döndük. Döner dönmez yeniden deprem oldu. Daha hafifti… Artçılar sürecekmiş, hasarlı binalara girilmesin demişler. Ege günlerdir hafif hafif sallanıyor. Burada sadece korktuk ama Elâzığ ve Maltya’da 42 can aldı. Üstelik şimdi, kışın gününde evsiz barksız binlerce insan…
İnsan televizyonlara bakınca şaşırıyor. Meğer ülkemizde ne kadar çok deprem uzmanı varmış. Sevinsek mi, üzülsek mi? Ve her zaman cenazeleri toprağa verirken yaşadığımız depremleri önceden tahmin eden ve sözü dinlenmeyen bir uzmanımız olduğunu keşfediyoruz. Deprem uzmanları da çeşit çeşit… İktidar yanlısı olanı, muhalifi, bilimsel olanı, kaderci olanı, tane tane konuşanı, sinirden tir tir titreyeni, hop oturup hop kalkanı, heyecanlısı da… Deprem kuşağında yaşıyoruz, dediler. Deprem Anadolu’nun kaderiymiş. Bu gün olmuş, yarın da olmaya devem edecekmiş. Onlar konuştukça benim korkularım çoğalıyor. Sandalyem sallandığında hemen avizeye bakıyorum. Yeni mi deprem oluyor yoksa? Ben bu filmi daha önce de görmüştüm. Van depreminden sonra, Bolu, Sakarya depreminden sonra da televizyonlara uzmanlar çıkmıştı. Yasal düzenlemeler yapılmıştı. Vergiler konmuştu. Sonra hepsini unutuverdik. Ne toplanma alanı kaldı, ne deprem konteynırları? Hele arada bir Simav depremi var. Anımsayan bile kalmadı. Neden mi? Çok basit… İki kişi öldü, otuzun üzerinde yaralı vardı. Çok insan ölmeyince belleğimize kaydetmeye bile gerek duymayız da ondan.
Depremde ölmemek gibi bir seçenek var mı? Bence yok. Sallandık, sokağa çıktık, eve döndük. Biraz daha şiddetli bir depremde enkaz altında kalırdık. Yarın olursa yine kalırız. Bir dakika sonra, birkaç saat sonra bile olabilir. Eve girmekten başka seçeneğimiz mi var? Yarın işe gidilecek. Korkulu rüyalar bizi bekliyor olsa bile uyumak lazım. Kahvaltı etmek, tıraş olmak, ayakkabıları boyamak lazım…
Binalarımız güçlü bir depreme dayanacak durumda değil. Dayanıklı hale getirilmesi ile ilgili ise küçücük bir ihtimal bile yok. Devletin işi gücü yok, evlerimizi mi güçlendirmeye çalışacak. Ölüm en fakirimizden başlayacak. Araba geçince hatta rüzgar esince sallanan evlerde onlar oturur. İlk önce onların evi yıkılacak. Sonra kooperatif evleri, çok katlı gecekondular… Pahalı sitelerdekilerin çoğu yeni yapılardır. Deprem yönetmeliğine uygun… Azrail gerçekten bazılarına torpil mi geçiyor. Bir de deprem çantası işi çıktı. İçinde su olacakmış. Alüminyum çadır, su, el feneri, pilli radyo ve mutlaka düdük… Deprem olunca çantanın fiyatı ve malzemelerin fiyatı iki katına çıkmış. Bin liraya bir çanta alınabiliyormuş. Hadi varı yoğu bir kenara bırakayım. Deprem çantasını nereye koyacağım. Yatarken yanıma aldım. Tuvalete kalktım. Alıp yanımda mı götüreceğim. Yemekte mutfağa, otururken salona falan mı? Belki de sırtıma yapıştırıp hiç çıkarmamalıyım. Evden çıkınca bir sürü kapalı mekâna giriyorum. Apartmanlara, iş yerlerine, lokantalara, kahvelere, tren istasyonlarına, metroya… Çanta yirmi dört saat benimle gezecek mi? Elbette deprem çantası enkaz altında kalmış birinin yaşama tutunmasını sağlayabilir. Dayanma süresini çok ama çok arttırabilir. Ancak beton blokların altında çantayı bulmak, ona ulaşmak pratikte hiç kolay değil.
Herkesin mutlaka bir deprem anısı vardır. Üzerinde yaşadığımız coğrafya açısından bakınca başka bir seçeneğimiz yok gibi görünüyor. Bin dokuz yüz seksen iki yazında Demirci her gün bir iki kez sallanıyordu. Demirci sallanıyor ama Salihli’nin hatta Gördes’in haberi bile yok. Kısa bir ara tatilden sonra Demirci’ye dönmüştüm. Hiçbir şeyden haberim yok. Sabah gün aydınlanırken bir patırtı, bir kütürtü… Neye uğradığımı anlayamadan kendimi bahçeye attım. O zamanlar İşi Düştü Mahallesinde taş bir binada oturuyoruz. Yediyi geçtim sekiz şiddetinde bir deprem olsa bana mısın demez? Deprem sonrasında yapılmış afet konutu zaten. İçeride üç arkadaşım uyuyor. Telaşla içeri döndüm. Onları uyandırdım. Ya git başımızdan, dediler. Lan, oğlum deprem oluyor, dedim. Varsın olsun, dediler. Sadece sana mı oluyor? Bütün Demirci’ye oluyor. Gücüme gitti. Ben arkadaşlarımın hayatını kurtarmaya çalışıyorum. Onlar ise rahatsız ettiğim için kızıyorlar. Demirci’nin depremleri belki bir aydan fazla sürdü. İnsanlar zamanla alışıverdiler. Bizimkiler ise günler önce alışmışlar bile.
Deprem felaketi kötü yersiz bir tamlamadır. Yağmur felaketi, dolu felaketi, kar felaketi, rüzgar felaketi… Sanki doğa olayları bizim keyfimizce olmalı. Havalar bizim istediğimiz kararda sıcak ya da soğuk olmalı. Eğer televizyonlar bir yerde deprem felaketi haberi veriyorsa hemen aklımıza yardım çağrısı düşer. Zaten haberin peşi sıra banka hesap numaraları yayınlanır. Yerel yönetimler hemen giysi ve yiyecek yardımı kampanyaları başlatır. İnsanların dayanışma içinde olması, aralarında böylesine bir duygusal bağ bulunması, birbirlerine sahip çıkmaları eleştirilecek bir şey değildir.
Çok geçmeden illa ki hükümetin başı televizyonlara çıkar. “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu bu günlerde…” açıklaması yapar. Oysa her felakette mutlaka yolsuzluklar yapılır. Yardımlar ihtiyaç sahiplerinden önce başka adresleri bulur. Fırsatçılar hemen devreye girer. Deprem bölgesinde battaniyeden başlayarak her şey astronomik fiyatlara çıkıverir. Birlik ve beraberliğe falan ihtiyacımız olmadığını gösteriverirler. Kızılay başkanı otuz bin liradan fazla maaş alıyormuş. Hem de en çok birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz… Elazığ-Malatya depreminde öğrendik. Makam arabası, özel şoförünü, harcama yetkilerini görmezden gelsek bile nasıl bir olacağız, beraber olacağız. Ülkemin en eski yardım kuruluşunun başı arşı alaya yükselmiş. Lüks ve refah içinde krallar gibi yaşıyor. On lira bağışta bulanacak sokaktaki vatandaş utancından yerin dibine geçmez mi? Böylesine zengin bir derneğe on lira bağışta bulunulmak Ayasofya’da dilenip, Sultanahmet’te sadaka vermeye benziyor.
Son yıllarda “en çok birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde” ile başlayan söylemler anlamanı tamamen yitirdi. Çünkü asgari ücret belirlenirken, sağlık, eğitim ve adalet hizmetlerinden yararlanırken, askerlik görevi yerine getirilirken birlik ve beraberliğin söz konusu olmadığı iyice belirginleşti. Gelir dağılımı zaten iyi değildi ama tamamen bozuldu. Sosyal devlet küçüldü. İnsanlar her işleri için belli bir bedel ödemek zorunda bırakıldı. Hastaneden randevu almak için bile ücret alınır hale geldi. Ülkenin kaynakları harcanırken birlik ve beraberlik içinde olmamız gerektiği hiç dikkate alınmadı. Oy tabanları korunabilsin diye kürsüye çıkanlar nefret ve ötekileştiren bir dil kullanmayı seçtiler. İnsanlar aynı gemide olmadıklarını açık seçik görmeye başladı. Deprem acısı ve yaraları bile artık ortak bir anlam taşımıyor. İlk kez bu depremde kurtarma ekipleri bile iktidarın ve ötekilerin diye bölündü. Şimdi artık senin depremin ve benim depremim diye bir kavram ortaya çıktı. Yapılacak hiçbir şey yoktu. Deprem durduramazsın diyenlerle, göz göre göre geldi. Gerekli önlemler alınmamıştı diyen iki ayrı söylem gelişti. Sokaktaki insan “bir gün enkaz altında kalırsam beni bağımsız yardım kuruluşları kurtarır. Ancak onlara yapılan yardımlar amacına ulaşır,” diyor. Sosyal medya paylaşımlarına kızacağımıza oturup düşünmek lazım… Şefaf, geniş katılımlı ve politik ilişkilerin dışında tutulan kurumlara ihtiyacımız var. Böyle bir yapı nasıl kurulur? Nereden başlasak diye kafa yoran hiç kimse yok. Örneğin medya bu depremde AKUT’a çok ciddi bir markaj uyguladı. Deprem bölgesine gittiğini, kurtarma çalışmalarına katıldığını kimse duymadı. Çünkü şimdiye kadar yürüttüğü çalışmalar ve kazandığı itibar iktidarları utandırıyordu. Onu görmezden gelmek ve gözlerden saklamak çözüm gibi görünmüş olabilir.
Ocak 2020 – İzmir
Seyfullah