Depremin ne olduğunu 1999’da anladım, çadır kentte o insanların arasında dolaşırken. Çaresizliğin içinde bitmeyen bir ümitle oyun kuran çocuklar vardı…
Sonra bir gemi devasa gövdesiyle karaya oturmuştu. Ortalık tanınmayacak haldeydi.
Ve şimdi 2023’de daha kötüsüyle karşılaştık. Asrın felaketi bu sefer doğudan vurdu. Hızla ayrılan fay ve kıyamet gibi bir yıkım…
Hatay, Yavuz Sultan Selim döneminde, Osmanlıya katılmıştı. Lozan’da Hatay sorunu olmuş daha sonra Hatay Cumhuriyeti kurulmuştu. Bir süre sonra 1939’da Türkiye’nin olmuştu.
İskenderun farklı bir yerdi, sahili çok güzeldi. Burası Avrupa kenti gibiydi. Ondan sonra Amik Ovası geliyordu. Bereketli topraklardı buralar…
2008’de Antakya sokaklarında gezerken tarihi dokusuna hayran kalmıştım. Antakya, kültürlerin başkenti, mozaiğin merkezi, birçok dine ev sahipliği yapan tarihi bir şehirdi. Müslümanlar ve Hristiyanlar için çok önemliydi…
Ezan, çan sesini dinleyip, insanların dostluğuna imrenmiştim. Çok kültürlü bir mozaikti Hatay.
Farklı insanlar kardeşçe yaşamaktaydı. Hatay ili bu özelliğinden dolayı Unesco barış kentiydi.
Anadolu’nun ilk camisi, Habib-i Neccar buradaydı. Dörtyol’da Mimar Sinan’ın eseri olan Payas Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi vardı.
Samandağ Sahili’nde kayaların üzerinde Hz. Hızır ve Hz. Musa’nın buluştuğu yer vardı. Musa Ağacı kutsaldı, yaşının 3000 olduğu söyleniyordu.
Burada gezerken Asi Nehri’nin üzerinden geçmiştim. Harbiye, merkeze dokuz kilometre uzaklıktaydı. Defne ağaçlarının altı mesire yeriydi. Çağlayanlar Bölgesi, diye de geçiyordu burası.
Antakya Müzesi; Köprünün yanında Asi Nehri’nin kenarında kurulmuştu. Kocaman duvarları mozaiklerle süslüydü. Bahçe toprağı mozaiklerle doluydu. Burada kalıtlar sergileniyordu. Yaklaşık 34.000 eser vardı.
Antakya; 43 mahalleden oluşuyordu. 45 dükkân, han, hamam, medrese, camii vardı. Farklı dinleri barındırdığı kadar farklı kültürleri de barındırıyordu.
Evler, kentlerin ruhuydu. İnsanların halini anlattığı kadar gelir seviyesini de anlatıyordu.
Çarşı merkezinde birbiriyle bağlantılı dükkânlar vardı. Bakırcılar, sermaverciler, tahmis kahvecisi, yemeniciler vardı. En çok cezve, sini, kahvelik gibi eşyalar yapıyorlardı. Hepsi el emeği, göz nuru eşyalardı. Sedef kakma işçilikli bıçaklar, sehpalar, sandıklar vardı. Ağaçlara dil vermişti usta eller. Sedef olarak midye kabukları, cila olarak da ahşap cilası kullanılıyordu.
Ve zengin mutfak kültürü… Antakya’nın künefesi meşhurdu. Künefenin hakiki üzüm pekmezi olması, peynirinin tuzsuz olması gibi nedenlerle beğeniliyordu.
Habib-i Neccar Dağı’nın üzerinde, Saint Pierre Kilisesi vardı. Petrus’un burada kaldığı söyleniyordu. Gotik kilisenin, hamamı ve tünelleri vardı. Saint Pierre Kilise’sinde, Hristiyanlık için hac yeri olan bu yerde, her yıl 29 Haziran’da ayin düzenleniyordu…
Bu tepeden aşağıya inince, mozaiklerle süslü bir yer vardı. Burası Ahmet Bostanlı’nın yeriydi. Mozaik atölyesinin girişi sütunlarla süslüydü. İçeride çalışmalarını sergiliyordu. Antakya’ya yakışan bir sanatçıydı…
Ahmet Bostanlı, sanatçı kişiliğiyle beni ağırlayarak, yaptığı mozaikleri göstermişti. Çalışmaları dünyanın her tarafından ilgi gören sanatçımız acaba nasıl?
Sonra ördüğü sepetlerle, kaybolan bir sanatı ayakta tutmaya çalışan, Antakya’lı Niyazi Köleoğlu nasıl?
Kahramanmaraş, Kilis, Diyarbakır, Adana, Osmaniye, Gaziantep, Şanlıurfa, Adıyaman, Malatya ve Hatay’daki diğer canlarımız nasıl?…
DÜŞÜNMEMİZ GEREKEN O KADAR ÇOK ŞEY VAR Kİ!…
Neslihan Minel