Yirmi metre koşsam, üç saniye daha erken gelsem yetişecektim. Ben kapıdan iskeleye fırlamayı hesap ederken hareket etti. Kapıdaki görevli zinciri uzattı. Elinden şekeri alınmış çocuk gibi kalakaldım. Bir anda kan beynime fırladı. Kaptan ve kapıdaki görevli sanki benim vapura binmemi engellemişlerdi. Hep böyle terslikler de gelip beni bulurdu. Öfkelendim, ayaklarımı yere vurup çantamı hareket eden vapurun arkasından salladım.
Şimdi en az on beş dakika daha bekleyecektim. İskele binasından çıkıp gitmeyi istiyordum. Bu binanın bütün pencereleri, duvarları, yeni yeni turnikelerden geçip büyük salona giren insanlar bana bakıyorlardı. Ne beceriksiz, ne salak adam bu… Kıçını kaldırıp azıcık koşmazsan işte böyle olur. Saksı gibi ortada kalıverirsin, diyorlardı. Belki beni gördükleri bile yoktu. Ama ben onların içinden buna benzer cümleler geçirdikleri düşünüyordum. Boş banklardan birine oturmak için arkamı döndüm. Yüzümün ta ortasında kocaman bir demet kırmızı karanfil… Bi çiçek alsana abi be… Hayda, ne çiçeği bu ya. Tam da sırasıydı.
Çiçek alacak kimim var? Kime alayım?
Sevgiline al…
Benim yaşımda adamın sevgilisi mi olur? Kafamda saç kalmamış, malum yerlerimin kılları bile ağarmış.
Anana al…
Olsalar… Sizlere ömür…
Karına al, olmadı kaynanana al, kızına al, iş yerindeki arkadaşına al, komşuna al, canın kime isterse ona al. Bi çiçek be abiciğim…
Böyle şeyler hep canı sıkkın insanların başına mı gelir? Alamam güzel kız, inci dişli kara Çingene, (*) alamam. Şimdi çiçeğin ne zamanı, ne de sırası. İşim, gücüm başımdan aşkın.
Çalımı da, havası da bin beş yüz. Şalvarı her adımda etrafında savruluyor. Kendisi gibi üç kız kesin sığar içene. Kış, yaz fark etmez. Ayağında illa ki terlik… Neyse ki bu biraz üşüyenlerden… Çorap bile giymiş. Sahibine kısmet olsun. Güzel kız harbiden. Sabah sabah saçını taramak zahmetine bile katlanmamış. Yataktan kalktığı gibi doğru işe çıkmış. Üzerindekilerle uyuyordur belki de. Kirlenmişler… Çok zamandır giyildikleri belli.
Bekleme salonda insanlar birikmeye başladı. Çingene kız gözüne kestirdiğinin yanına gidip çiçek almaları için ısrar ediyordu. Bir tek okul çocukları hariç… Onunki çiçek satmak değil aslında. İnsanı canından bezdirip çiçek almaya razı ediyordu. Taktiği böyle…
Bir banka oturdum. Duvardaki dijital saatten dakikaları sayıyorum. Beklediğim vapurun kalkmasına daha on dakika var. Bizimkinden önce sırada Bostanlı var.
Yanıma oturan amcaların sohbeti derindi. Öyle bir hevesle konuşmaya dalmışlardı ki dünya yansa umurlarında olmazdı. Psikoterapi böyle bir şey olmalı.
– Ne acayip zamanlara geldik? Ne su bildiğimiz su, ne de ekmek. Sulara duru görünsün diye kimyasal katıyorlarmış.
– Yüz sene düşünsem aklıma gelmezdi. Söyleseler deli der geçerdim. Ispanaktan insan mı zehirlenir? Zehirlendi… Hem de bir günde yirmi iki kişi.
– Artık içi olmayan ekmek yapıyorlar. Gramajı sürekli düşüyor ama ekmek küçülmüyor. Balon gibi bir şey… Un, su, maya ve tuz ile ekmek yapmak çok mu pahalı. Neden artık fırınlar gerçek ekmek yapmıyor. Hadi onların işine gelmiyor. Neden başımızdakiler hiç ses çıkarmıyor?
-Hile hurda, alavere dalavere günlük yaşamın bir parçası oldu. İnsanlar alışıp gittiler.
Birden bire salon karıştı. Kimse ne olduğunu anlayamadı. Çingene kızı çiçekleri elinden fırlattı. Üzerindeki giysileri çıkarmaya başladı. Ben soyunarak protesto yapacak sandım. Hayır, bu iş öyle bir şeye benzemiyordu.
Sarası var galiba dedi, biri,
Kızın rengi kızardı. Yere oturup çırpınmaya başladı. İki elini tişörtünün içine çoktu. Biri alttan öteki üstten. Göğsünün oralarda bir şey arıyor gibiydi. Bir kadın yanına yaklaştı. Kızı tutmaya çalıştı. Bağırdı, bırak beni be teyze, bırak… Oy anacağım… Kadın korkup geri çekildi. Kız bayıldı bayılacak. Ben doktorun dedi adamın biri. Kızı tutmak için öne atıldı. Kız adamı kendinden uzaklaştırdı.
Ne olduğunu kimse anlayamadı. Herkes şaşkın, herkes çaresiz… Doktor öylesine donup kaldı. Kıza dokunmaktan vaz geçti. Kız ayağa kalktı. Göğsünden elini çıkardı. Avucu sımsıkı kapalıydı.
Eşek arısıymış, dedi. Avucundaki sıkıp ezdikten sonra yere attı. Çok canımı yaktı ama ben de yanına bırakmadım.
Eyvah, dedi doktor. Sokmuştur seni.
-Sokmuş, dedi kız. Elim yanıyor. Bir de burası… Göğsünü gösterdi.
Anaflatik şok geçirir bu şimdi. Nefes alamaz, ölüverir. Ambulans çağıralım.
Konuşanlara hiç aldırmadı. Yere fırlatıp attığı karanfilleri topladı. Üstünü başını düzeltti.
– Hiçbir şey geçirmem. Biraz çamur olsa… Sürünce havasını alırdı.
Hastaneye git, dediler. Hastaneye git, yazık daha çok gençsin. Aldırmadı. Ne yaşlı teyzeleri dinledi, ne doktoru. Rengi atmıştı. Ayakları titriyordu. İskele salonunda bekleyenler söz birliği etmiş gibi kızın bütün karanfillerini aldılar. Çingene kızı salondan çıkıp gitti. Ama şalvarının savruluşu sönmüştü.
(*) Roman kelimesini içi boş, yapay ve yapmacık bulduğum için kullanmıyorum. Çingene kelimesi benim aklımda, zihnimde zerre kadar aşağılama veya küçük görme anlamı taşımıyor. Kendim için göçmen tanımlamasını nasıl kullanıyorsam o insanlarımız için çingene kelimesini aynı yalınlıkta kullanmayı tercih ediyorum.
Kasım 2019 – İzmir
Seyfullah