Fikirtepe’nin evlerini bugün rüzgar havalandırdı. Ev sahiplerinin taşındıktan sonra yağmalanan yaşlı ve yorgun evlerinin pencerelerinden giren rüzgar, geride bıraktıkları eski püskü eşyalarını bir güzel karıştırdı, evlerin duvarlarına yapışan hatıralarını tek tek söküp sokaklara dağıttı.
Bu sokaklar, Fikirtepe’nin sakinlerine kokuyor bugünlerde. Bunca yıl kah mutlu kah hüzünlü günlerini geçirdikleri mahallelerinden, can ciğer evlerinden, meyve ağaçlarıyla süslü bahçelerinden ayrıldıkları hüznün kokusu bu. Bu kokuyu ala ala boş sokaklarında yürüyorum. Yıkılmaya yüz tutmuş eski evlerin karanlık pencereleri, insanların hikayelerini bana fısıldıyor. Adımlarımı yavaşlatıp dinliyorum, gözlerim evlerin yıpranmış merdivenlerinde, açık pencerelerinden görünen renkli boyanmış odalarında, romenlerin dağıttığı eski eşyalarda, kırık dökük fayansların hala durduğu mutfak odalarında geziniyor. Bazı evlerin kapılarında kapı süsleri sallanıyor, duvarlarda asılı duran küçük çerçeveler, eski avizeler tavanda bırakılmış, perdeler yırtılmış dalgalanıyor rüzgarda. Sanki yeni bitmiş bir savaştan geriye kalan evler bunlar. Halılar, eski dolaplar, kırık vazolar ve bunun gibi birçok eşya kapı önlerine atılmış.
Bir evin açık camından duvara asılmış ayna gördüm. O aynanın dili olsa da anlatsa karşısında kimlerin süslendiğini, saçlarını taradığını? Belki gülen bir genç kız, belki ağlayan bir kadın, kaşlarını çatmış bir adamın bakışları ya da küçük bir çocuğun gülüşlerini görür müyüz elimize aldığımızda? “Sen, ayna ayna, söyle bana, evin en değerli parçası iken neden bırakıldın bu duvarda?” Cevabı şu olsa gerek: “Hayat gibi, zaman gibi, eskiyen her şey geride kalır.”
***
Kış günü tanıştığım Fikirtepe mahallesinin sokaklarındaki eski evlerinde tatlı bir yaşam vardı. Mahalle kedilerinin özgürce dolaşıp, çatılarında yavruladığı evlerin kiremitleri, turuncu kırmızı boyalıydı. Bazı kiremitler yosun tutmuş, bazıları kırık, bazıları yamalı dururdu. Bacalarından ince ince duman göğe doğru süzülür, kömür sobalarından çıkan dumanın kokusunu aldığımda beni çocukluk hatıralarıma götürürdü. Bahçelerde odun kesilirdi. Hele ki bir nine vardı, evin avlusunda elinde balta, durmadan odunları keser, evin içine taşırdı. Evinin arkasında güzel bir bahçesi vardı. Ninenin çalışkan elleri kim bilir neler dikmişti, ekmişti bu bahçeye? Fikirtepe evlerinin önünde arkasında ağaçlar olurdu. Kah vişne, erik, dut, incir gibi meyve ağaçları, kah çam ağacı, akasya ağaçları… Evin birinde kocaman ulu ceviz ağacı ne de görkemliydi? Eski eve gölge yaparak koca şemsiye gibi uzanıyordu dallarıyla. Dimdik ayakta iken sanki yüksekten bağırıyordu insanlara : “Bir gün evleri yıkacaksınız ama beni asla!
Evlerin kapılarında merdiven olurdu, merdivenlerinde kediler, tavuklar, köpekler otururdu. Bir bahçede sürekli havlayan güzel bir köpek vardı ama kirliydi zavallıcık. Sokaklarda rahat rahat gezinen tombul kara tavuklar, çilli horoz ve onları kovalayan çocuklar… O çocuklar gerçek yaşamın çocuklarıydı; özgür, korkusuz, mutlu ve çalışkan. Fikirtepe’nin sokakta oynayan bu çocuklarını seyretmeyi seviyordum. Sokakta ip atlarlar, saklambaç oynarlar, yakar topla eğlenirlerdi. Yeşillik sarmış bir evin kalıntıları arasında kendi kurdukları evcilik oyununa hayran kalmıştım. Eski eşyalardan oluşturdukları evcilik alanında kim bilir ne hayallerle, ne tatlı hikayelerle oyunlarını oynamışlardı?
Fikirtepe’nin en güzel evleri, gecekondu olan bahçeli evleriydi aslında. Yüreği güzel insanların acı tatlı hikayeleri ile oturduğu derme çatma evlerde komşuluk da vardı. Uzun eteklerini savura savura evlerinin önünü süpüren kadınların tatlı bahçe kahvaltıları, kapı önünde çekirdek çitleyen teyzeler, her gün evinin önünde iskemlesinde oturan sakallı yaşlı hacı amcayı her gün uzaktan seyrederdim. Mahallenin sinekli bakkalının raflarında, tıpkı bizim zamanımızdaki gibi sadece satılması gereken şeyler vardı. Kapı girişine asılan filedeki plastik renkli toplar, Fikirtepe’nin çocukları için satılmayı beklerdi. Markası ucuz dondurma dolabından hangi küçük eller dondurmalarını heyecanla aldı kim bilir?
***
Geçen yılın şubat ayında tüten bacalar, mayıs ayında sustu. Kuşlar da konmaz oldu çatılarına ısınmak için. Fikirtepe’nin evleri boşaltıldı bir bir. Gitti insanlar, komşular, sokakta oynayan özgür çocuklar. Kediler sahipsiz kaldı, ya o tombul kara tavuklar? Kesik kesik öten çilli horoz şimdi nerde? Ağlıyor Fikirtepe’nin evleri, pencereleri artık karanlık. Kentsel dönüşüm olacak, yıkılmak için sessizce bekliyorlar boş odalarıyla. Küf ve rutubet kokulu odalarına, açık duran kapı ve pencerelerinden sadece sabah güneşi giriyor. Camlarına değen ağaçların dalları, boş odalarda bırakılan tükenmiş hayat hikayelerini dinliyor. Bahçelerdeki meyve ağaçları, sanki dallarını daha fazla eğmiş, kentsel dönüşümle kesileceklerini biliyorlar. Belki de göremediğimiz gözyaşlarını döküyorlar kaderleri için, kesilmeyi beklerken. Ne acı değil mi, bir daha meyve veremeyecekler, yok olup gidecekler? Evler de meyve ağaçları gibi korkuyor yıkılmaktan. Birileri, kapılarını ve pencerelerini sökmeye geldiğinde haykırıyorlar: “Acıtmayın canımı, koparmayın kapılarımı, çıkarmayın pencerelerimi, almayın taşlarımı!” ama küçük kamyonları ve büyük torbaları ile gelen romenler dinlemiyor evlerin haykırışlarını. Pencereler kırılıyor, alüminyumlar alınıyor, kapılar sökülüyor, demirler parçalanıp arabalara yükleniyor. Evler sanki çıplak kalıyor.
***
Daha gökyüzünün aydınlanmadığı bir sabah, martı sesleri ile uyanıyorum. Camdan dışarıya bakıyorum, evlerin kırık kiremitli çatılarına martılar üşüşmüş. Beyaz tombul martılar toplantı yapıyorlar sanki. Martı yavrusunu boğan kedinin intikamını almak için plan yapıyorlar, belli. Fikirtepe’nin boşalan evleri uyanıyor martı çığlıklarına. Pencereler karanlık, odaları boş. Sokaklar boş, in cin top oynuyor. Sokak lambasının ışığında görüyorum, kamyonlar geliyor, işte beklenen an bu an. Fikirtepe evlerinin yok oluş saati. Gün ağarmak üzere… Martılar evlerle vedalaştıktan sonra uçuyorlar sırayla gökyüzüne. Ağlaşan ağaçlarla evler son kez sarılıyorlar birbirlerine. Elveda Fikirtepe! Elveda!
Nevriye Gürel