Son romanımla alakalı epey araştırma yaptım. Küçük notları biriktirerek başladığım serüvenim dosyalar dolusu oldu. Bunlarla ilgili filmleri izledim, basılmış eserleri okudum, Youtube’den bolca doküman indirdim. Uzun bir çalışmanın sonucu olarak yüz sayfadan fazla yazdım. Yazarken yeni şeyler öğrendiğim kadar duyunca şaşırdığım, tarih bize anlatıldığı gibi değilmiş diye hayret ettiğim vakalar da oldu. İnsanın bir konu üzerinde araştırma yapması için illa konuyla alakalı bir şey mi yazması gerekir bilemiyorum ama benim ki öyle oldu.
Romanla alakalı izlediğim filmlerden ilki Evita’ydı. Evita Peron’un nasıl hızla yükseldiğini anlatan film, yine aynı hızlı düşüşle bitiyordu. Hastalık sürecinden sonra kısacık bir ömrün nasıl bittiğini anlatıyordu. Yalnız başlayan hayatı ihtişamlı bir kalabalıkla son buluyordu. Bu hayatın içinde yaşadığı mutsuzluklar olduğu kadar kimsenin ulaşamayacağı kadar büyük mutluluklar da yaşıyordu. Kısacası hepimizin hayatı gibi mutluluğu, mutsuzluğu, acıyı, heyecanı, sitemi, yorgunluğu hep aynı beden taşıyordu. Ama tek üzücü tarafı tam her şey yoluna girdi derken, bu zayıf bedenin hızla erimesi ve otuzlu yaşların başında, toprağa karışmasıydı.
Bunu izlerken Abraham Lincoln aklıma geldi. Nasıl toprak bir evde doğduğu, insanların yaşamaz dediği bu kişinin Amerikan başkanlığına kadar yükselmesi ve ansızın bir suikastla ölüp gitmesi.
Sanırım yükselişi hızlı olan insanların düşüşü de hızlı oluyor. Nasıl Mozart kısa süren hayatına çok şey sığdırmasına rağmen, ömrünün baharında ölmüşse, gücü kaderin korkusuz ellerinde kaybolmuşsa.
Yine aynı şekilde Virginia Wolf gibi güçlü bir kadının dalgalarla mücadele etme kabiliyetini nehirde yüzecek kadar koruyamamış ve bir yudum su da boğulmuşsa. Öyle ki Deniz Feneri’ni, Orlando’yu, Jacop’un Odası’nı yazan bir kadının elli dokuz yaşında küçücük bir nehirde boğulmasını hala kabullenemiyorum.
İzlediğim ikinci film “Mürekkep Yürek”ti. İtalya’nın dar sokaklarında şatolarında eski taş binalarında geçen film bir kitapçının hayatını anlatarak başlıyordu. İtalya’nın sokaklarını kurgulama amacıyla izlerken birden başka bir dünyanın içinde kayboluverdim. Her kitabın içinden başka kahraman çıkıyordu, bu bir hokkabaz, kimi zaman bir büyücü, kimi zamanda kırmızı başlıklı kız oluveriyordu. Ve kahramanlar filmin içine yayılıveriyordu bir an da. Bunların gerçek hayatta olabileceğini düşünmek harika olurdu. Etrafımız cücelerle, kırmızı başlıklı kızlarla dolardı. Film kahramanlarıyla resim çektirmek isteyen insanların sayısı artardı. Ne güzel olurdu, dünya bir an da renkleniverdi. Zaten takım elbiseyle dolaşan, kravatlı insanları görmekten bıkmıştım artık.
İzlediğim üçüncü ve en güzel filmse Call The Midwife’di.
1950’lerde Londra’da hemşirelik yapmak için bir manastırda toplanan rahibe ve rahibe olmayan ebelerin başından geçen olaylar anlatılıyordu. Mahalleden ve çocukların giyiminden sağlık sorunları olan bir kenar mahalle olduğu belliydi. Ama insanların sevgisi şefkati ve yardımlaşma duygusuyla film öyle bir harmanlanmıştı ki sanki film Hollywood’un güzel mahallelerin birinde büyük bir kaynakla çekilmişti.
Filmde tam ümidinizi kesmiş eyvah öldü dediğiniz an da bir ümit doğuyor, film karesi birden canlanıyor siz de neşeleniyordunuz. Duyguların iç içe geçtiği sevginin, huzurun neşeyle harmanlandığı, insan kardeşliğinin, yardımlaşmanın önemli olduğu, hayatın gerçek anlamanı bize sorgulatan bir film Call The Midwife.
Londra’nın doğusundaki Nonnatus Evi‘nde geçen filmde, kadınların isterlerse nasıl da kardeşçe yaşayabileceklerini görüyorsunuz. İçlerinde haset olmadan, eve fitne sokmadan, elti görümce çekişmesi olmadan, kavgasız geçen kalabalık bir aile profili. Tek amaçları insanlara yardımcı olmak olan kardeşlik duygusunun baskın olduğu bir film.
Bu kadınların en büyük özelliği insanlara saygı gösteren, duyarlı ve sorunlara hemen çözüm bulan insanlar olması. En olmayacak durumda, boğazında kocaman bir yumruyla ağlayacak yoğunluğa geldiğinizde, sorunun aniden güzel bir şekilde çözülmesi.
Kahkahayla acının, ölümle yaşamın iç içe olduğu bu filmin Dram Dalında En İyi Kadın Oyuncu Performansı, Britanya Ulusal Televizyon Ödülü’nü almasına hiç şaşırmamak gerekir. Zaten BBC nın yaptığı hangi film kötü ki?
Filmi izledikten sonra aklıma Atlıkarınca geldi. Bundan yıllar önce çekilen, yine sıradan bir sınıf ortamında oyuncuların rollerini paylaştıkları, çocukların baş tacı olan ve yıllarca süren dizi. Onu da ne çok severdim samimi, içten olduğu için. Her gün sınıfta bir konu işlenir, çocuklara örnek davranışlar film kanalıyla verilmeye çalışılırdı. Böylece izleyerek öğrenirdi çocuklar. Keşke eski bölümlerini temin edebilsem de tekrar izlesem dediğim çocukluk anılarımdan birdir o film.
Şimdi iki dizi arasında bağlantı kurup şunları söylüyorum. Neden böyle güzel diziler kısa sürüyor, neden amacına tam ulaşmadan az bir kesim tarafından izlenerek reyting kaygısıyla son buluyor. Böyle faydalı diziler, eğitim kurumlarında neden izletilemiyor ve ders kitaplarına neden girmiyor. Bu ve bu gibi faydalı yapımlar insanları faklı bir öğrenme seviyesine ulaştırabilir.
İnsanlara faydalı olacak bilgiler filmlerle verilebilir. Günde dört saatten fazla televizyon izleyen insanlar için magazinsel programlarla uğraşan ev hanımları için faydalı olacak filmler yapsak, onları filmlerle eğitsek daha doğru olmaz mı? Ve biz Türk toplumu olarak neden eğitime önem vermeyiz mafyalı, savaşlı, kanlı filmlerle uğraşıp davalı, infazlı filmlerle uğraşırız.
Mesela “Her Çocuk Özel”dir diye bir film var. Kim biliyor, kaç kişi izledi?
Yaptığımız filmler eğer iyi olursa, eğer topluma bir şey verirse, hangi toplumda hangi yüzyılda olursa olsun, muhakkak hak ettiği değeri alır ve yıllar sonra bile izlenir. Önemli olan verdiği mesajın insanlara kattıklarıdır.
Daha önce bir arkadaşım işini gücünü bırakıp Afrika’ya gitmişti, anlattıklarını duyunca inanamamıştım. Açlık, yokluk, yoksulluk. Üzerinde ne varsa her şeyi bırakıp gelmişti ve orada bize ihtiyacı olan insanlar var demişti. Ve o geziden sonra değişmiş, daha merhametli, daha paylaşımcı biri olmuştu.
Eğer bu tür filmler yapılırsa, insanlar izledikten sonra daha duyarlı olup, yardım konusunda daha gönüllü olacaklardır. Özellikle işsiz kesim, gönüllü olarak, bu tür faaliyetlere katılacaktır. Bu da toplumun sosyalleşmesini sağlayıp, paylaşım duygusunu artırıp, kalplerin birleşmesini sağlayacaktır.
Ve insanlar, aynı ağacın dalları olduğunu hatırlayıp, aynı topraktan yaratıldığını anlayacak ve kardeşlik damarları daha güçlü atacaktır.
Neslihan Minel