Günlerden Cuma, akşam saati, İstanbul insanı, haftanın yorgunluğu ile evine gitme telaşında. Ocak ayının son günleri. Hava tatlı lokum gibi güneşli ve bulutsuz. Bir avuç arkadaş, heyecanla ve merakla Marmaray’a binip son durak Halkalı’da iniyoruz. Yolcuları bekleyen Bulgaristan Sofya trenine bineceğiz. Bulgaristan benim doğduğum memleketim, herkesten farklı bir duygu içindeyim. Daha önce gitmediğim Sofya şehrine gitmek, hem de trenle yolculuk yapmak ayrı bir deneyim olacak. Unutmaya başladığım Bulgar dilini hatırlamak için evde ilkokul hikayeleri okusam da Sofya’da konuşmak zorunda kalacağım zaman kelimelerin dilimden çorap söküğü gibi çözüleceğinden adım gibi eminim.
Halkalı istasyonunda bekleme salonunda oturuyoruz. Türk insanımız, gençler, elli yaş üstü emekli grubu, büyük seyahat çantalı turistler, Bulgar olduğunu düşündüğüm kişiler, çocuklu bir iki aile… Herkes treni bekliyor. Beklemeyen sadece salonda kuyruğunu kıvıra kıvıra gezen kara kedi. Herkesin sevgisini toplayan istasyonun kedisi… Ben kara kedileri sevmem ama bu başka nedense, sandviçimden bir parça kaşar peyniri çıkarıp veriyorum, kara kedi afiyetle yiyor. Sonra da salonun sahibi gibi bir koltukta yayılarak uzanıyor, gelen geçeni seyrediyor.
TCDD Sofya treni düdüğünü çaldığında, hepimiz bavullarımızla güvenlikten geçiyoruz. Pasaport kontrolden sonra yürüyen merdivenlerden inip trenin önünde görevlinin biletimize bakmasını bekliyoruz. Bulgaristan Sofya’ya gidiş tren biletinin fiyatı 36 euro. Yurt dışı çıkışı için vize gerekiyor ve ayrıca 150.tl harç ücreti Türk vatandaşlarından alınıyor. Benim pasaportum çift vatandaşlık hakkı ile AB ayrıcalıklı, vizeye ihtiyacım yok. Doğduğum memleketin bana tek faydası şu kırmızı pasaport, aslında bordo renk, neden kırmızı diyorlar anlamıyorum?
Tren kompartımanı iki kişilik veya 4 kişilik yataklı. Biz, küçük bir odayı andıran ikişerli kompartımanda kalıyoruz. Açılan alt üst yataklar var. Yataklar için sereceğimiz temiz çarşaflar poşet içinde, mis gibi çamaşır suyu kokuyor. Odanın köşesinde minik lavabo, iki temiz el havlusu ayna üzerinde. Kalorifer yanıyor, ışıklar istediğin gibi ayarlanıyor. Hem dolap hem de masa olarak kullanılan tezgahın altında minik buzdolabı, buzdolabının içinde TCDD bizim için iki çubuk kraker, iki meyve suyu, iki çikolata ve iki su koymuş. Çünkü bu trende cafe veya restaurant yok. Teşekkür ediyoruz.
Tren saat 20:45’te düdüğünü çalıyor, usulca hareket ediyor ve ilerliyor. Çok heyecanlıyız. Yıllar sonra trende geçireceğim gece yolculuğu, aklıma çocukluk hatıralarımı getiriyor. Otuz beş yıl önce Bulgaristan’ın Kırcalii şehrine babamın ailesini ziyarete trenle giderdik. Annem babam, ben ve ablamla iki gün süren bu tren yolcuğu bana oyun gibi gelirdi, çok keyif alırdım. Kompartımanda bebek ve küçük çocuklar için file yataklar vardı. Çok küçük olduğumu ve orda uyuduğumu hatırlıyorum. Annem evde hazırladığı yiyecekleri masaya koyunca iştahla yerdik. En çok hatırladığım haşlanmış kaz yumurtalarıydı. Yemekten sonra trenin sesi ile uykuya geçerdim. Seksenli yılların eski ve ağır demir trenlerin o zamanlar daha güzel sesleri vardı. Cuf cuf dediğimiz, ritim gibi tren sesi bir başka güzeldi. Şimdiki trende bu sesi pek duyamamış olsam da aldığım keyif tıpkı o eski günlerdeki gibi.
Tüm gece durmadan yolculuk yapacak olan trenimiz, sabah saati 9:30 gibi Sofya’da olacak. Bizi neler bekliyor göreceğiz. Akşamın karanlığı artık İstanbul’a çökmüş gibi. Evlerin pencereleri, sokak lambaları ışıklarını açmış. Trenin tıkırtısında dışarıyı pek göremeden gidiyoruz. Görevli kapımızı çalıyor, biletler kontrol ediliyor, pasaport numaraları listeye yazılıyor. Görevli işi bittikten sonra iyi seyahatler deyip yan taraftaki kapıyı çalıyor. Kapımızı kilitleyip, keyfimize devam ediyoruz. Şimdi bir kahve olsa da içsek, ama yok. Minik odamızda elektrik fişimiz var, aslında bilseydik küçük bir elektrikli cezve ile kahvemizi yapardık. Artık bir dahaki sefere.
Saat gece yarısı, akrep biri gösteriyor. Tren duruyor. Görevli kapılara tek tek tıklayıp: “Kapıkuleeeeeee” diye sesleniyor. Tüm treni böyle mi dolaşıyor diye merak ediyoruz. Hafif uykuya daldığımız yatağımızdan kalkıp, montlarımızı giyiyoruz. Gecenin ortasında hava buz gibi, balkanların soğuğu bacaklarımıza yapışıyor. Trenden inerken dişlerimiz soğuktan birbirine çarpıyor. Pasaport kontrolünde tek görevli var, iş çabuk bitmiyor. Ama sıcak çayımızı alabileceğimiz büfe açık, elimizde dumanı tüten çayla trenimize biniyoruz. Sıra Bulgaristan sınırında. Tren, tüm yolcular pasaport kontrolünden geçtikten sonra yine usulca hareket ediyor, sonra hızlanıp yola devam ediyor. Yarım saat gittikten sonra duruyor. Bu sefer koyu yeşil üniformalı Bulgar görevlileri odalara tek tek uğrayarak pasaportları topluyor. Trenden inmemize gerek kalmadığı için seviniyorum. Bir saat kadar bekledikten sonra yine aynı görevli, elinde tuttuğu üst üste dizilmiş pasaportlardan alarak bizimkilerini uzatıyor. Nasıl karıştırmıyor, şaşırıyorum? Bavulu aramak yok, taramak yok, çok ilginç bir sınırdan öte geçme durumu. “Şanslıyız” diyorum. Çünkü Kapıkule sınırından araçla geçmeye kalksan her yeri cıncık cıncık ararlar. Bunu çok iyi biliyorum.
Kapıkule sınırından trenimiz hareket ediyor, Bulgaristan topraklarındayız. Doğduğum ülkedeyim ama kendi şehrime gitmiyorum. Karanlık camdan dışarısını göremiyoruz, en iyisi yatıp uyumak. Kaloriferin sıcaklığı odayı uykuya boğuyor. Tatlı huzurlu rüyalar görme zamanı.
Sabah saat yedi, gözlerimi açıyorum. Camdan dışarıya baktığımda ağaçlı dağlar selamlıyor beni. Ovalar, güne yeni başlayan sessiz köyler ve gri gökyüzü. Güneşin olmadığı bir sabah. Kulağımda tatlı huzurlu bir müzik. Trenin sesini dinliyorum, çocukluk hatıralarım gözümün önünde. Trenin düdüğü, büyük lezzetli kaz yumurtası, insanlarla dolu köyler, balkanların görkemli dağları, karanlık tüneller, trenin bitmeyen tıkırtısı… Yıllar sonra bu duyguları yeniden hissetmek… “Yıllar sonra değişen ne?” diyorum kendimce; Köyler terkedilmiş gibi sessiz, camları karanlık, perdeleri sıkı sıkı kapalı. Bazı evler boş, kimsenin oturmadığı belli. Yollar çatlak, kaldırım taşlarından eser yok. Fabrikalar kapanmış, camları kırılmış, kendi hallerine terkedilmiş. Köpekler görüyorum, bir parça ekmek bulmak için çöplüklerin yanında dolaşıyorlar, bulurlarsa şanslılar. Genç nüfusu çalışma nedeni ile yurt dışına gitmiş olan Bulgaristan’da köy ve küçük kasabalarda yaşlı nüfus çoğunlukta. Ancak büyük kasaba ve şehirlerde genç nüfusu görebilirsiniz. Trenin ardından gördüğüm köyler de bu nedenle sessiz. Trenimiz Plovdiv şehrinde duruyor. Burada günlük yolcu taşıyan Bulgar vagonu ekleniyor trene. Bulgar ve Türk demiryolu anlaşması böyle imiş. Yarım saat kadar bekliyoruz. Plovdiv şehri, diğer adı Filibe, eski bir Osmanlı şehridir. Yıllar önce pasaport işlemleri için bir gün kalmış, tarihi sokaklarında gezinmiştim. Yine bir gün bu şehre gelmeyi diliyorum.
Plovdiv’den hareket ettikten sonra Sofya’ya kadar birkaç istasyonda duruyoruz. Öğlen olmadan da Sofya’ya geldiğimizi, yine görevlinin kapı kapı gezerek “Sofya” “Sofyaaaa” diye seslenmesi ile anlıyoruz. Görevli, çarşaflarımızı büyük bir çuvala koymamızı istiyor. Belli ki diğer yolculuk için hazırlık yapılacak.
Sofya’dayız. Bulgaristan’ın başkenti bu şehir. Soğuk, deniz olmayan ve Ankara’ya benzeyen şehir. Tarihi evleri ve tarihi devlet binalarıyla dolu. Metro, tramvay, havaalanı, tren istasyonları diğer şehirlerden daha çok gelişmiş. Büyük lüks hoteller, gazinolar da bulunuyor. Başkentte yaşayan Bulgarların ekonomik durumları da iyi. Mutlaka fakirler de vardır ama şehrin merkezinde birkaç dilenci dışında kötü giyimli birisini görmedik. Herkes şık. Bulgarlar biraz paraları varsa giyimlerine özen gösterirler.
Sabah kahvaltısı için peynirli böreğe benzeyen “Baniçka” yiyoruz. Yanında tatlı boza. Bu boza bildiğimiz ekşi bozalardan değil. Şekerli bir tadı var ama lezzetli.
Bir şeyleri satın almak için Euro paramızı bozdurmamız gerektiğinde change ofislerine uğruyoruz. Türk lirası ile karşılaştırdığımızda 1 Bulgar levası, 10 Türk lirasına eşit. Yani oldukça fakir bir memleketten geldiğimizi anlıyoruz. Elimizdeki para burada hızla eriyip gidecek.
Tren istasyonundan şehrin merkezine gitmek için metro kullanılabilir. “Serdika” durağında indiğinizde şehrin ortasında oluyorsunuz. Gezmeye başlamak için iyi bir başlangıç noktası. Fakat biz yürümeyi tercih ediyoruz. Çünkü ilk görmek istediğim yer “Aslanlı köprü”. Bulgaristan’da aslan sembolünü her yerde görebilirsiniz. Heykeller, armalar, para üstünde bile aslan resimleri, motifleri yer alır. Aslanlı köprünün dört tarafında da büyük aslan heykelleri yer alır. 1891 yılında Çek mimar Vaclav Prosek, kardeşi Jozef tarafından inşa edilmiştir. Altından Vlada nehri geçer. Kurumaya yüz tutmuş nehrin incecik akan suyunu görünce üzülüyorum. Köprüyü geçtikten sonra büyük caddede yol alan tramvayları takip ediyoruz. Cadde üzerinde uzun eski binalar var. Bazıları kullanılmıyor, kaderlerine terk edilmiş. Caddenin bitiminde bizi Banyabaşı Cami karşılıyor. “Hoşgeldiniz Osmanlı torunları” diyor.
Banyabaşı Camii, Osmanlı eserlerinden 1576 yılında Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş. İçine giriyoruz. Tavanları süslü işlemelerle dolu. İnsanlar namaz kılıyor, dua ediyor, boş değil. Bunu görünce mutlu oluyorum. Günümüzde Sofya’da ibadete açık olan tek Müslüman ibadethanesi olduğunu öğreniyoruz.
Camiinin karşı caddesinde bulunan Sofya heykeli, şehrin sembolüymüş. 24 metre yükseklikte, bronzdan yapılan kadın heykelini hayranlıkla seyrediyoruz. Elinde çelenk var, çelenk demek barış ve bereket. Kadın, başındaki taçla öyle asil duruyor ki gücü elinde tuttuğunu anlattığı için bence her büyük şehre böyle bir heykel dikilmeli. Bir koluna baykuş konmuş. Bu kuşlar da bilgelik ifadesidir. “Kadınlar güçlüdür ve bilgedirler” deyip kendimizle övünüyoruz.
Camiinin arka tarafında yer alan büyük parkın sonunda sarı renkte güzel eski bir bina var. 20.yy başlarında inşa edilmiş, kaplıca suyu ile hamam ve tedavi merkezi olarak kullanılmış. Yıllar sonra bina restore edilerek 2015 yılında Bölgesel Tarih Müzesi olarak ziyaretçilerine kapılarını açmış. MÖ.6.yy dan başlayarak Antikçağ, Avrupa-Roma eserleri, Bulgar Krallığına ve kültürüne ait eşyalar sergilenmekte. Benim en çok sevdiğim Bulgar kültürüne ait düğün kıyafetleriydi. Osmanlıdan kalma eserleri de görmek mümkün.
Sofya heykelinin devamında Aziz Nedelya Kilisesi’ne uğruyoruz. Şans eseri bir nikah töreni ile karşılaşıyoruz. Gelin çok güzel, damat çok güzel, canlı çiçeklerle süslenmiş bir yolda yürüyorlar, herkes çok şık. Kendimizi Amerikan filminde gibi hissediyoruz. Gelin kilisenin kapısında tül içinde sarılmış şekerler fırlatıyor. Bu geleneği hatırlıyorum.
Vitoşa caddesi, araçların girmediği, güzel marka mağazaların bulunduğu ve lezzetli pizzaları yiyebileceğiniz restoranların olduğu, İstiklal caddesine benzettiğim bir cadde. Fakat daha geniş. Bazı mağazaların tanıdık isimde olduğunu görüyoruz. En hoşumuza giden Türk baklavacının bu caddede bulunması. İçerde müşterileri de yoğun.
Yemek çeşitleri çok fazla olan Bulgar kültüründe ne yazık ki biz Müslümanlar için fazla alternatif olmayabilir. Pizzaları çok lezzetli olsa da kullandıkları et domuz ürünü olabilir, bundan dolayı daha çok domatesli pizza, salata çeşitleri, tavuk, patates gibi aperatifler yenebilir. Tavuklu çorbayı tavsiye ederim, onu da her yerde bulamazsınız.
Sofya’nın en büyük katedrali Alexander Nevski Katedralidir. İç yapısı, bina iç boşluğu büyük bir haç şeklinde. Oldukça yüksek kubbeleri var. Çok huzurlu ve sessiz. Bir arkadaşımızın foto çekme teşebbüsüne rahip hemen uyarıyor, foto yasak. Dua edenlerin kuma diktiği mumlar ışıl ışıl katedral köşelerini aydınlatıyor. Üst şamdana sağlık ve iyilik için, alt şamdana ölmüşler için mum yakıp dua ediliyormuş. İnananların duaları kabul olsun.
Caddelerde eski devlet binaları sanki yeni yapılmış gibi sağlam ve görkemli bir şekilde duruyor. Binaların bir yerinde Bulgar bayrakları beyaz, yeşil, kırmızı dalgalanıyor. Aslan heykellerini önlerinde, duvar işlemelerinde görmek mümkün. Bulgarlar aslan sembolünü, bayrakta, parada, kıyafette, çanakta, çömlekte, bardaklarında her yerde kullanıyorlar.
Sofya’da görülecek yerlerden biri de Ulusal Arkeoloji Müzesi. Osmanlı zamanında cami olarak kullanılan bina, müzeye çevrilmiş ve şimdi milattan önce eserlerden başlayarak, Trakya, Roma, Ortaçağ ve günümüze kadar Bulgar kültürüne ait eserleri sergilemektedir.
Bronz hayvan heykelleri bulunan Sofya’nın yeşil parklarında çocuklar koşturuyor. Bu parklara yakın Ivan Vazov Ulusal Tiyatro Binası en görkemli binalardan biri. 1904 yılında kurulmuş olup, tiyatro yazarının adı verilmiştir. İçeriye girme fırsatımız olmasa da Binanın çatısına yerleştirilmiş atlı heykelleri görünce içerisinin ne kadar ihtişamlı olabileceğini düşündük.
İki günlük Sofya gezimizde son olarak anlatacağım Aziz Nikolas Rus kilisesi. Bu kilisenin kubbeleri Rusya’ya özgü yapılmış, rengarenk. İçerisinin loş ışığında insanlar dua ediyor. Duvar, tavan resimleri muhteşem renklerde. Bu kilisenin farklı bir özelliği var. Alt katına indiğinizde ahşap birkaç küçük masa ile karşılaşıyorsunuz. Masanın üzerinde küçük kağıtlar ve kalemler var. Burada oturup kağıda dileğinizi yazıyorsunuz, çiziyorsunuz ve sonra sandığa benzeyen dilek kutusuna atıyorsunuz. Herkesin dileği kabul olsun.
Sofya’da daha çok gezilecek yerler var. Ancak zamanımız kısıtlı. Bir gece kalarak kısa süreli ama keyifli gezimizi tamamlamış olduk. Dönme vakti geliyor. Trenimiz 18:40 saatinde, tren istasyonundan hareket edecek. BILLA adında markete uğrayıp, birkaç yiyecek, su, tatlı alıyoruz. Yolculuk öncesinde güzel bir restorana uğrayıp pizzalarımızı ve makarnalarımızı afiyetle yiyoruz.
Metro yapımı çalışmasında keşfedilen Roma kalıntıları-şehri olan Serdika, metroya binmeden önce gezilecek yerlerden. Sonra metro için tek seferlik bir bilet alıp, barkot gibi cihazdan okutunca metroya iniyoruz. Tren istasyonunda güzel trenimiz bizi bekliyor. Kahve makinasından kahvelerimizi alıp yudumlarken saati bekliyoruz. Yolculuk yapacağımız vagonu, görevli bize gösteriyor, sıcacık kutu odamızı bulunca mutlu oluyoruz. Yerleşiyoruz. Tren düdüğünü çaldığında saat:18:40 ı gösteriyor. Bir dakika bile rötar yok. Geç kalan varsa yandı 36 eurosu.
Bekle bizi İstanbul, biz geliyoruz. Keyifli bir tren yolculuğu ile dönüş yolu, iyi geçecek.
Nevriye Gürel
Ocak 2023