Eşiğe durmuş bir şarkı söylüyor. Gözlerinde her zamanki o muzip ışıltı.
” Ben kuşlardan da küçüktüm,
Bir gece vaktiydi.
Aşk tuttu elimden benim,
Geçtim düşler sokağından bir gece vaktiydi
Ceplerimde hacıyatmazlar.
yağmur yağsa, uykum kaçsa
bir kuş konsa badi parmağıma
Ağlardım bir başıma…”
Buyur ediyorum. İçeri girerken şarkısını kesip soruyor:
– Hacıyatmaz nedir?
Onu küçük yaşlardan beri tanıyorum. Yıllardır bizim eğitim merkezimize gelir. Sorusunun altında Çapanoğlu olduğu kesin.
– Bir oyuncak?
– Nasıl bir şey bu?
– Yere nasıl bırakılırsa bırakılsın, dibinde bulunan ağırlık sayesinde dik bir durum alan bir oyuncak.
– Hadi ya! Demek hep ayakta.
Kafasını kaşıyor. Sözü bir yere getirecek; bakalım nereye?
– Senin hiç hacıyatmazın oldu mu?
Bilmecesini çözmeye çalışıyorum:
– Ben köy çocuğuyum, benim oyuncaklarım çerden çöptendi. Hacıyatmaz kentli çocukların oyuncağıdır.
– Buraya gelirken belediye otobüsünde iki amca konuşuyordu. Biri, birkaç ünlünün adını söyledi. Öteki de bırak şu hacıyatmazları, dedi. Anlamadım; dilime de bu şarkı dolandı. Acaba adam, o ünlüler için neden hacıyatmaz dedi ki?
O, bu sene lise yerleştirme sınavına girecek. Sosyal derslerde yaşının üstünde konularla ilgilense de matematiği beceremediğinden sınav falan taktığı yok. Ona beş yumurtanın, beşi beş kuruştan ne ettiğini sorsam yanıt alamam; ancak Bush Irak’tan çekilecek mi diye sorsam bana yarım saat nutuk çekebilir. Ülkede olan biteni de benim diyen birçok yetişkinden çok daha tutarlı değerlendirebilir; ama bir üniversiteye kapağı atabilmesi için çok çalışmamız gerekecek, çok.
Şimdi ona “ilke” desem, kesinlikle sabaha dek nette “ilke” sözcüğüyle ilgili araştırma yapacak. İyisi bir şeyler açıklayayım da rahatlasın. Belki yarına birkaç test sorusu çözer getirir.
– Gel seninle bir soru – yanıt çalışması yapalım, diyorum.
Dünden hazır:
– Sor, diyor.
– Bir arkadaşın bugün sakın oraya gitme, orası tehlikeli diye anlattığı bir yere, yarın kendisi gidiyorsa onu nasıl değerlendirirsin?
– Tutarsız…
– İyi top oynayan bir arkadaşın var. Yarın mahallede maçınız var. Onunla konuşuyorsun. Senin takımında olmayı kabul ediyor. Maça çıkacaksınız. Bakıyorsun ki arkadaşın karşı takımın formasını giymiş. Onu nasıl değerlendirirsin?
– Dönek.
– Hişt, kaba bir sözcük o.
Gözlerindeki o muzip ışığı görmemek olanaksız:
– Kaypak mı diyeyim.
– Oo, o daha kötü.
– Ee, ne diyeyim?
– Güvenilir değil, diyelim.
– Dönek ya da kaypak… Öyle olduğu için güvenilmez değil mi?
– Sence insanlar, bir zaman doğru dedikleri bir şeyin yanlış olduğunu anladıklarında düşüncelerini değiştiremez mi?
– Elbette değiştirebilir. Aksi takdirde değişimlere ayak uyduramaz. Bir bakarsın tutucu olmuş.
– Bu adam, görüşlerini toplum çıkarlarını değil de kendi çıkarlarını gözeterek değiştiriyorsa?
– Anladım, ne demek istediğini. Hacıyatmazlar ilkesizdir diyorsun.
Gözlerinin içine bakıyorum:
– İlke nedir, diye yapıştırıyorum soruyu.
Soruma yanıt vermiyor:
– Sen söyle diyor?
– İlke, bireyin tutarlı biçimde izlediği ve uyguladığı düşüncelerdir.
– Yani ilkeli insan, tutarlı insandır, tutarlı insan da güvenilir…
– Aynen öyle diyorum.
Öğretmenliğim tutuyor, sürdürüyorum sözümü:
– İlkelerimiz, hayat pusulamızdır. Onlar sayesinde yönümüzü bulur, yolumuzu çizeriz. Geleceğe güvenle bakabiliriz. Onlar bizim kişiliğimizin anahtarlarıdır. Başkaları bizi ilkelerimize bağlı olarak değerlendirir, bizimle ilişkilerini ona göre düzenler.
– İlkeli olmak herkes için önemli…
– Evet; ancak topluma hizmet etme savında olanlar için olmazsa olmaz özelliktir. Çünkü halk, değerlerine inandıkları insanların arkasından gider. Onların ürettiği ilkelere göre saf tutar. Toplum önderliğine soyunanlar, sık sık saf değiştirir, çelişkili davranırsa halk neye inanacağına bilemez, kaosa sürüklenir, önderlerine güven duygusunu yitirir. Önderler, rüzgâra göre eğilip doğrulmaz. Tutarlı ve güvenilir olmak zorundadırlar.
Beni pür dikkat dinliyordu. Onun duyarlılığını biliyordum. Çok mu ileri gittim diye düşündüm ve duraksadım.
– Öyleyse nasıl oluyor da onlar, her dönem kendilerini vazgeçilmezmiş gibi kabul ettirebiliyor?
Şimdi de ona hacıyatmazların egemen olduğu bir ülkede ilkesizliğin, değişim etiketiyle pazarlandığını anlatmam gerekecekti. Oysa onun bir an önce test çözmeye başlaması gerekiyordu.
– Haydi, sen soru çözmeye başla. Giderken sana bir masal anlatacağım. Sorunun yanıtını belki o masalda bulursun, dedim.
Odama geçtim. Ona masal yazdım. Hacıyatmazlar, bu masalda kendilerinden bir iz bulmayacak; ama o hacıyatmazları anlayacaktır, biliyorum.
“Zaman zaman içinde dünyalardan birinde İlke ve Ülke adlı iki genç yaşarmış. Bu gençler birbirlerine vurgunmuş. İkisi de varlıklarının, ancak birlikte olduklarında anlam kazandığını iyi bilirmiş. Ama tüm aşk masallarında olduğu gibi araya çıkarlar, aymazlıklar, kötülükler girmiş. Ayırmışlar İlke’yle Ülke’yi. Hacıyatmazlar, İlke’yi yenilik ve değişim düşmanı olarak suçlayıp kovmuşlar dünyalarından. Ülke, İlke’siz, başını taştan taşa vura vura yaşar olmuş. Aradan nice bir zaman geçmiş. Güneşli bir bahar günü bir meydanda mahzun mahzun otururken biri dokunmuş omzuna. Hemen tanımış: İlke’ymiş o. İlke, ilk günkü gibi içten, sevgi dolu sormuş:
– Nasılsın?
Ülke yorgun başını daha bir eğmiş, duyulur duyulmaz bir sesle:
– Gören göze kılavuz ne gerek, demiş.
Tekrar birleşmişler mi, yoksa o hacıyatmazlar yine araya mı girmiş bilmem. Ama adına umut denen bir kuş, her yeni yetme yüreğe bu masalı anlatır dururmuş.
Hamdi Topçuoğlu