“Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında.”
Franz Kafka
Jack London’un: ‘Hayatın Kanunu’ adlı öyküsünü şimdi bitirdim.
Hayatı sorgulayan felsefelerle dolu satırları çok etkiledi. Gerçek bir hayat hikâyesi gibi anlatılan öykü insan yaşamını sorguluyor, sorgularken de geçmişten geleceğe yolculuk yaptırıyordu.
Anladığım kadarıyla Kızılderili Sit-cum-to-ha’nın hayatından esinlenerek yazılmış bir öyküydü; Hayatın Kanunu.
İlk satırında yaşlı Sit-cum-to-ha’nın son saatleri anlatılıyordu. Gözlerinin görmediği, ayaklarının tutmadığı saatleri.
Uzun uzun torununa bakıyordu, genç ve dinç torununa. Çadırını toplamakla uğraşan torunu ona bakmıyordu bile, o taşınmanın telaşı içindeydi…
Sonra oğullarını, göçebe kafilesini ve geçmişte yaptıklarını düşünüyordu…
“Ben de aynısını yapmıştım” diyor: “Yaşlı ailemi bir köşede unutup yoluma devam etmiştim. Ölülerimizi bir köşeye gömüp, yolumuza devam etmiştik. Köpekler deşmişti onların cansız bedenlerini ama kimin umurunda. Unutmuş gitmiştik onları, yalnızca bir efsane olmuşlardı bizim için… Yaşam devam ediyor, hayat böyle! Birileri ölecek, birileri yaşamaya devam edecek!”
Şimdi kendisi de aynı durumdaydı itilmiş, kakılmış ölümü beklemekteydi.
İnsan gençken bunları düşünmüyordu hiç. Hep yaşama hırsı içinde oluyor, bir gün öleceğini aklına bile getirmiyordu. Ta ki elden ayaktan düşüne kadar. O zaman başlıyordu ‘ne olacak?’ diye kara kara düşünmeye…
Günümüzde çok mu farklıydı durum? Cenazeler aynı gün bir saat süren törenle kaldırılıyordu. Mirasçılar didişmeye başlıyordu ardından… Hayat aynı hızla akıp gidiyordu…
Onca yaşanmışlıktan sonra aslında değişen bir şey yoktu. Ölen ölüyor, kalanlarsa hayatlarına aynı hızla devam ediyordu.
Jack London’un yaşamı sorgulaması daha önce okuduğum, Uçurum Halkı’nda da dikkatimi çekmişti.
1900’lü yılların İngiltere’sinde geçen olayda, ülkenin bir tarafı zevki sefa içindeyken bir tarafı açlıktan kırılıyordu. Yazar iyi bir oyuncu olarak, onların arasına karışmış ve yaşadıklarını başarılı bir gözlemle aktarmıştı. Bu kitapla kapitalist rejimi çok iyi sorgulamıştı, London.
İnsanları bu kadar iyi tahlil etmesini, onun maceracı hayatına bağlıyorum. Risk almayı sevmesi, uzak diyarlara yelken açıp gitmesi, halkın arasında yaşaması da önemliydi tabii. Bir yazarın yapması gereken en önemli şeylerdi bunlar.
Yazmış olduğu öyküde kurtların geyiğe yaptığı saldırı… Üzerinde düşünülmesi gereken en önemli şeylerden biri de buydu. O kadar diş izine rağmen geyik hayata bağlılığından vazgeçmiyordu. Tekrar ayağa kalkıp yaşama tutunmaya çalışıyordu.
Aynı şey bizim için de geçerliydi. Ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım, hayata olan sevgimiz hiç bitmemeliydi…
Kitapta en çok üzen ve hüzünlendiren olaysa, oğlunun babasına sorduğu soruydu: Yaşlı adamı, yalnız başına ölüme terk ederken: “Rahat mısın?” diye soruyordu.
Soğuk bir gecede, dağ başında yalnız bırakılan biri, nasıl rahat olabilirdi ki?
Sit-cum-to-ha’nın son anları… Bütün hayatını gözden geçirdiği anlar. “Aileme aynı şeyleri ben de yapmıştım.” dediği dakikalar… Gecenin soğuğunda kurtlarla savaşını hatırladığı anlar… Yanındaki ateşi kurtların üzerine atıp onlardan kurtulmaya çalıştığı saniyeler… Sonunun geldiğinin farkında olması ve yaptığı mücadelenin anlamsızlığı… “Nasılsa kurtlar beni yiyecek, şimdi olmasa bile yarın yiyecek. Ben öleceğim!” demesi.
Hayatın anlamı da bu değil miydi zaten? Vazifemizi yaptıktan sonra ölmek; ama bugün ama yarın…
Neslihan Minel