Leman Hanım, buğulu gözleriyle gökyüzüne bakıyordu. O an aylardan Nisan, günlerden Salı’ydı. Neler getirmişti bu Nisan ayı diye, düşündü.
O güne kadar yaşadıkları, yaşayamadıkları ve arkasında bıraktıkları bir film şeridi gibi gözünün önünden akıp gitti…
Bundan altmış yıl önce, bütün geçmişini Selanik yollarında bırakıp gelmişti. Selanik deyince aklına; sarı sabahlar geliyordu bir de yakıcı sıcaklar. Çoraktır, Selanik toprakları, çukurdur yolları. Başı buhurlu bir gecede düşmüştü yollara. İçi altın dolu yastıklarla atalarının memleketine doğru yola koyulmuştu.
İlk durağı tren istasyonu olmuştu. Simitçilerin dolaştığı, elleri balonlu çocukların olduğu bir istasyondu burası. Bir de kocaman valizli adamlar vardı içlerinde umutlar saklayan…
Sonra başka durak, başka duraklar. Hiç bitmeyen hüzünlü duraklar…
Yol boyunca koynunda sakladığı resimlere bakmış, lavantaları koklamıştı Leman Hanım.
Karşısındaki çocuğa bakıp; “adın ne?” dedi, yeşil gözlerini büzerek.
Çocuk; “Güler” dedi, yıkanmamaktan yıpranmış saçlarıyla. Leman Hanım, fısıltı halinde üç kere “Güler, Güler, Güler,” dedi; “Umarım kaderin sana güler.”
Sonra çantasından çıkardığı iki küçük kırmızı tokayı saçlarına tutturdu. Güler’in gülmeyen gözleri güler oldu.
Trende onun gibi göçen kaç kişi vardı o da bilmiyordu. Kimi ağlayan çocuğunu susturmaya kimi de acıkan bebeğini pencere kenarında emzirmeye çalışıyordu. Emzikli çocuklar ‘meme’ diye bağırıyor, yere düşen emziğini istiyordu.
Bu bebeklerden biri ona bakıp sebepsizce gülümsüyordu. Gülücüğü o kadar kocamandı ki yüzüne sığmamasından korkuyordu Leman Hanım. Kısılan gözler ne kadar çok yakışıyordu bebeklere. Özellikle de kız bebeklere.
Sonra geride bıraktıkları geldi aklına; kızı, torunu, onları bırakmayan damadı.
Acaba iyi mi olmuştu böylesi? Belki de daha iyiydi, orada güvendeydiler, sonu olmayan maceraya çıkmamışlardı eli çocuklu.
“Bir düzen tutunca onları da çağırırım” dedi, içinden. Belki bir teselliydi bu çağırma fikri ama yine de güzeldi.
Tren istasyonda durunca birileri iniyor, birileri biniyordu. Böyle kaç istasyon geçtiklerini saymadı.
Canı sıkıldıkça camdan dışarı bakıyor, akıp giden manzaranın karşısında şaşkına dönüyordu. Çınar, ceviz ağaçları bazen de bodur çalılıklar gözüne çarpıyordu. Trakya’ya yaklaştıkça, ayçiçekleri almıştı bunların yerini. Başını yukarı kaldıran, özgürlüğün sembolü ayçiçekleri…
Acılarında, acıktığı vardır, diyen Leman Hanım, çantasından çıkardığı, macır biberinden ekti yemeğinin üzerine. O an evinin balkonundaki sardunyanın kokusu geldi burnuna.
Trene binerek kaçmıştı bu kokulardan ama onlar bırakmamıştı peşini, ta buralara kadar gelmişti ardından. Sonra “ahh” dedi, “geride bıraktıklarım kaçamadım sizden!”
Ruhuyla gelmişti, bedeniyle gelmişti kaçtıkları.
Aklına ocakta bıraktığı yemeği, arkasından bakan köpeği geldi. Ne acıdır kaçan birinin ardından bakmak!
Aslında onun ki kaçmakta değil kurtulmak da değildi; Hüzünlü bir göç hikâyesiydi sonu belli olmayan…
Neslihan Minel