Nerde kalmıştık? Kaplıca ziyareti. Memleketimizdekilerden epeyce farklı buradakiler. Hani gözünüzde canlandırmanız için, Pamukakale travertenlerinin bir katına Yalova kaplıcalarını ekleyin, derinliğini 1 metre 30 santime çıkarın ve bir futbol sahasının birkaç katı kadar büyütün, alın size “Blue Lagoon” . Bölge, jeotermal enerjinin en yoğun olduğu, birkaç metre kazıyla 200 derecelik suya ulaşılabilen bir yer. Hemen yanında elektrik üreten kocaman bir santral var, su buharından başka kirlilik yaratmayan bir santral!
Gitmeden önce gereken araştırmayı yaptığımızda kaynar sular daha oraya varmadan başımızdan aşağı döküldü desem yeridir. Havuza girmeden anadan üryan duş almak zorunlu. Hani, mantık kapalı yerde giyinik duş mu alınır, tabi çıplak alınacak diyor ama alttaki yorumları okuyunca insanın kafası karışıyor. “Toplu halde duşa giriliyor, namahrem yok!” Yok yok, öyle kızlı erkekli değil, hemcinsinle ama dip dibe yıkanıyorsun diyorlar. Gidelim, görelim, uymazsa girmeyiz deyip çıktık yola. Gene kapımızdan aldılar. Mavi renkli sıcak su gölleri göz alabildiğince ama asıl kullanılan kesim daha dipte. Otobüsler insan taşıyor oluk oluk, kalabalık. Bu kadar insan, hep birlikte bu suya girerse halimiz nicedir diye düşüne düşüne içeri giriyoruz.
Malzemeleri almak için beklerken şu duş işini de soruşturuyoruz. Buzlu camla ayrılmış bölümler varmış, korkmaya gerek yokmuş! Oldukça modern, her ihtiyacın düşünülmüş olduğu soyunma odalarında, maça hazırlanan futbolcular gibi, arkamı duvara mı versem yoksa yüzümü duvara mı dönsem diye düşünürken, ya Allah diyerek soyunup mayoları giyiyoruz. Merak etmeyin herkes aynı tedirginlikte. Biz erkekler öyle önümüze gelene mal mülk göstermeyi sevmeyiz, böyle biline. Sıra da duşlar var. Evet dedikleri gibi, yanyana açık duşların yanında buzlu camla ayrılmış duşlar da var, yani paniğe gerek yok. Duşumuzu istenilen şekilde alıyoruz ama laf aramızda almasaydık ta birşey olacağı yoktu. Ne izleyen ne “Yassah hemşerim” diyen var. Her medeni memlekette olduğu üzere, yapılması gerekeni yazıyorlar, yapmayı senin seçimine bırakıyorlar.
Havuzun başına gelince asıl şaşkınlık orada başlıyor. Yüzlerce mayolu, bikinili insan, buhardan göz gözü görmeyen bir devasa havuza girmeye hazırlanıyor. Hava 6-7 derece, kapalı, ama havuz 40 derece, ayakta durduğun zaman gövdenin suyun dışında kalan kısmı hiç üşümüyor. Bu güzel görüntüye tek tezat, fotoğraf çekmek için görevli kızların ve güvenlik nedeniyle etrafta dolaşan gençlerin üstündeki kapşonlu kalın giysiler.
Dibi bembeyaz hafif kumlu ve suyun rengi muhteşem bir mavi. İnsanın oturdukça oturası geliyor. Yüzmek pek akıl karı değil, zira saçların ve gözlerin suyla teması pek tavsiye edilmiyor. O yüzlerce insandan kodunsa bulasın, rastlamak bile zor. Herkes bir kenara dağılınca sanki havuz bomboş. Bar civarı bir miktar kalabalık, onda da bekleme süresi 2 dakika. Buz gibi biralarla 40 derece bel üstüne kadar çıkan suda yürüyüş yapmayı denediniz mi hiç? Ayrıntılar için http://www.bluelagoon.com/ adresini ziyaret edebilirsiniz. Başka yerde örneği var mı bilmem ama “Blue Lagoon” harika.
3 saate yakın su terapisi yaptıktan, çıkıp karnımızı doyurduktan sonra otobüse atlayıp evimizin yolunu tutuyoruz. Zira gece bir başka programımız var; “Northern Lights” Kuzey Işıkları.
Var olmasına var ama hava pek görmemize izin vereceğe benzemiyor. Kapalı, ha yağdı ha yağacak. Neyse zamanı gelince biniyoruz otobüse, çıkıyoruz yola. Işıkları izlemek için en uygun yere gidiyoruz. Zifiri karanlık şart, eh bir de şans. Yol boyunca Yoko Ono’nun John Lennon adına Videy Adasında yaptırdığı Imagine Peace Tower’ın göğe yükselen ışığını izliyoruz. Ayrıntılar için http://imaginepeace.com/ .Yanına kadar gitmek mümkün ama yılın bu zamanında pek uygun bir program değil.
Gittiğimiz yer merkeze 1 saat uzaklıkta yüksek bir yer. Çok soğuk ve gerçekten karanlık. Gökyüzündeki ışık oyunlarını görebilmek için tüm ışıkların kapatılması gerekiyor. Kafalar yukarda dakikalarca gökyüzüne bakıyoruz, uzakta görünen belli belirsiz çizgilerden başka birşey yok. Ama birden tüm bulutlar dağılıyor, pırıl pırıl bir gökyüzü, milyonlarca yıldızın yanıp söndüğü bir manzara çıkıyor karşımıza. Yanıp sönen, kayıp kaybolan yıldızlar fazla ama o klasik kuzey ışıklarından eser yok. Zaten bir zaman sonra gökyüzü gene bulutlarla kapanıyor, zifiri karanlık. Dönüş yolunda kısa bir mola, sıcak çukulatalar ve “Icelandic Donut” ile hem içimizi ısıtıyor hem de doyuyoruz. Gece yarısını epeyce geçe dönüp yatıyoruz. Ertesi gün 9 saatlik büyük tur var, sabahın sekizinde yollara düşeceğiz.
Gene kapımızdan alıyorlar. 14 kişi kayıt olmuş ama 7 kişilik grup vazgeçmiş. 20 senedir İzlanda’da yaşayan Fas’lı şöför-rehberimizle toplam yedi kişi düşüyoruz yollara. 16 kişilik minibüste internet var. Burada bir parantez açayım, tüm ada sathında ve hatta okyanusta cep telefonları çalışıyor, mobil internet mevcut ve mutlaka ücretsiz olarak kullanımınıza sunuluyor. Tek bir servis sağlayıcı var, cep sabit ayrımı yok, tüm numaralar aynı kodla başlıyor, 354.
Yol boyunca ıssız alanlara serpiştirilmiş yazlık(!?) evler görüyoruz. Öğrendiğimize göre oldukça pahalıya maloluyormuş. Yeri mühendislerce test edildikten sonra vatandaşa veriliyor ve bir başka yerde imal edilen ev buraya monte ediliyormuş. İşin ilginç tarafı 2 ev arası kilometrelerce ve güvenlik önlemi olarak yapılmış tek bir duvar dahi yok. Tüm adayı çepeçevre saran bir otoyolun genellikle bir yanı volkanik dağ, bir yanı açık alan ama hemen hemen tüm evler dağın yamacında. Belki de en tehlikeli yerde ama İzlanda’lı Viking’ler bu yolu tercih etmişler işte. Volkan üzerinde yaşamayı benliklerine sindirmişler.
İlk durağımız köyden hallice bir kasabanın dinlenme tesisleri. Seracılıkla geçiniyor. Tesiste son volkanik patlamanın yarattığı depremin sonuçlarını bir müze gibi görmek ve simülatörde yaşamak mümkün. Hepi topu 6.3. Bizim yıkıntıların yanında, 3-5 tabak çanak kırılması, birkaç dolap yıkılması, can kaybı yok.
Devam ediyor ve Manavgat’ın enine boyuna birkaç misli ilk şelaleye geliyoruz. Suyun debisi, şakırtısı muhteşem ama bir sonra göreceğimizin yanında solda sıfır.
Daha sonra tekrar uğrayacağımız gayzer “Geysır”lerin yanından geçip Gulfoss Şelalesine geliyoruz. Hani anlatılmaz yaşanır deilecek cinsten bir yer. Büyüklüğü bir yana, akan suyun azameti karşısında eziliyor insan. Sesi benim sağır kulaklarımda dahi yankılanıyor. Akan suyun 1 saniyede 80 konteyneri doldurabilecek kapasitede olduğunu söyleyeyim, gerisini siz hesap edin. Kışın tehlikeli ve yasak olduğu söylenen yere kadar gidiyor, yakından görüyor daha doğrusu hissediyorum. Dedim ya anlatmak zor, görüp yaşamak gerek.
Tadını iyice çıkardıktan sonra tekrar minibüsümüze biniyor ve şöför-rehberimizin anlatımıyla gezimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Yol boyunca, bizim Anadolu’da yol kenarlarında otlayan büyük baş hayvanlara benzeyen tavırlarıyla yüzlerce at var. Evet at ama bunlar bildiğiniz atlardan değil. “Icelandic Horses” denilen, Pony den büyük, normal attan küçük ama güçlü, kuvvetli ve dayanıklı olduğu her hallerinden belli atlar bunlar. Zor buldukları samanla, yeşillikle besleniyorlar ve özgür olarak tüm ada sathında yaşıyorlar. Çokça binek ve yük taşımacılığında kullanılıyor ama az da olsa, kesilip yeniliyor ve hatta kurban ediliyor. Sayıları az olsa da bu ritüel devam ediyor adada. Akşam dönerken bir sürünün yanında durup çok yakından izleme şansı buluyoruz. Son derece sıcak kanlı, muzip havyanlar ve çok güzeller. Koşmaları seyre değer. Onlarla ilgili güzel bir film var “Of Horses and men”. (http://www.youtube.com/watch?v=MKodaUmsYxk) Tavsiye ederim, bulursanız hemen izleyin.
Sırada gayzerler var. Orjinal adları “Geysır” . Yeryüzüne çok yakın kaynayan su kuyuları denilebilir. 5 – 6 dakikada bir, bir apartman boyu yukarı doğru patlayan su kümeleri. Seyre, fotoğraflamaya değer güzellikler. Bölge, 200 derece sıcaklıktaki yeraltı sularının yüzeye en yakın olduğu yerlerden biri. Gayzerlerin arasında lahit gibi fırınlar yapılmış. Buralarda pişen balık ve ekmeklerin tadına doyulmuyormuş. Kısmet olmadı ama bir dahaki sefere mutlaka. Bu sıcaklıktaki suyu adanın hemen her yerinden çıkarmak mümkün ama bunları direkt olarak evlerde kullanmanın olanağı yok. O nedenle, soğuk suyu bu yeraltı sularıyla ısıtarak kullanıyorlar. Düzen böyle kurulmuş. Her haliyle doğal ve bitmek bilmez bir enerji.
Öğlen vakti karnımızı doyurduktan sonra epeyce vakit geçireceğimiz bir bölgeye, Thingvellir National Park’a (http://www.thingvellir.is/ ) doğru yola çıkıyoruz. Burası bir başka olağanüstü yer. Doğal bir film platosu. Pek çok ünlü filme evsahipliği yapmışlığı var zaten. Kırılmalardan, volkanik patlamalardan oluşan dimdik kayalıklar, önünde dümdüz göllerle bezeli bir ova. Göllerin %95’i temiz, tatlı su. Bu nedenle adanın kurulduğu 874 yılından beri burası Viking’lere bir toplanma yeri olmuş. Yaşamlarını sürdürmek için tüm kararları burada almışlar. Örneğin bu kararlardan biri de, adaya at giriş çıkışını yasaklamak olmuş. Böylece bugünkü İzlanda atlarına sahip olmuşlar ve bu kanun hala geçerliymiş. 1944 yılında Cumhuriyeti de burada ilan etmişler. Yani onlar için paha biçilemez bir yer.
Bir başka özelliği ise, bir bölüm toprağının kıtalararası olması. Şöyle ki; ada binlerce yıl önce volkanik patlamalarla oluşurken, Avrupa ile Amerika kıtasını ikiye bölmüş. Ancak çıkan lavlar bu ikiye bölünen karayı, boşluğu doldurarak tekrar birleştirmiş. Yani, gezmek için yürüdüğünüz bölümün yanında yükselen dik kayalıklar Avrupa’ya aitken diğer yandaki düz ova Amerika kıtasına ait. Yani 2 kıtada toprağı olan memleketimizin bir kardeşi daha var, hem de arada su olmadan yürüyerek geçilip gidilebilen. 2012 de Dünya Mirası olarak kayıtlara geçen bu güzel yeri de geride bırakarak dönüş yolculuğuna başlıyoruz.
Atlar için verdiğimiz molanın ardından evimize dönüyor, kısa bir dinlenmeden sonra gene şehrin sokaklarına atıyoruz kendimizi. Birkaç ufak tefek hediyelik alışverişinden sonra harika bir balık ziyafeti çekiyor ve eve dönüp yatıyoruz. Yarın kısmetse balina arkadaşları ziyaret edeceğiz.
İzlanda ziyaretinin olmazsa olmazlarından biri de balina seyir turu. Atlıyorsunuz tekneye balina kovalıyorsunuz. Şansınız yaver giderse bir balinayla selfi çekmek bile mümkün olabiliyor. Ama şansınız yoksa ya da bizim gibi yanlış mevsimde gelmişseniz, birkaç yunusla idare ediyorsunuz. Tam teşekküllü tekneye Cevat Kelle misali donanımla yerleşmeme rağmen okyanus dalgalarından başka birşey görüp çekmek nasip olmadı. Ama olsun, okyanusta 4 saat seyir yapmak ta hoştu doğrusu.
Öğlen bineceğimiz tekneden önce şehrin, belki de tüm adanın en yeni ve en büyük kilisesini ziyaret ettik. İçi son derece sade olan kilisenin en büyük özelliği devasa orgu ve asansörle çıkılan seyir terası. Tüm Reykjavik’i 360 derece görebildiğiniz bu teras ta çok güzeldi.
Ertesi sabah dönüş yolculuğu çok erken başladı. Yanlış bir hesapla yarım saat geç çıktığımız kapının önünde beklerken, havaalanına giden otobüse yetişmek için sadece 15 dakika kala duruma uyandık ve adamları aradık. Verdikleri tek cevap “Sorun yok, 2 dakika içinde sizi almaya geliyoruz.” Gerçekten 2 dakika sonra, sabahın altısında güleryüzlü tombul bir İzlandalı kadın şöför tarafından alınıp otobüse yetiştirildik. Reykjavik-Kopenhag-İstanbul üçlemesiyle döndüğümüzde çoktan gece yarısını geçmişti.
Özetle, tadı damağımızda kalan bir geziyi daha geride bıraktık ama ilk fırsatta tekrar gitmek üzere planlar yapmaya başladık bile. “Bizim polisimiz çekip adam mı vurdu?” diye yalan söyleyebilenlerce yönetilen güzel ülkeme inat, tek bir polise, askere rastlamadığımız bu medeni ülkeye hayranlığımız bir kat daha arttı diyebilirim.
Bu geziden epeyce anı, fotoğraf, video birikti elimde ama takdir edersiniz ki çoğu özel şeyler. Paylaşabileceğim birkaç şeyi aşağıda bir araya getirmeye çalıştım, umarım beğenirsiniz.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle…