Gündemin bu kadar karanlık olduğu, hepimizin amansızca fakirleştiği bu günlerde ne yazık ki yazılacak, söylenecek söz çok. Kızgınlıklarımız gittikçe birikiyor. Biraz da olsa umut olur diye yüzümüzü döndüğümüz muhalefet yerlerde sürünüyor. Utançla yüzünün kızarmasını beklediklerimiz, ekranlara çıkıp fütursuzca yalan söylüyor. Ar, ahlak ya da dürüstlüğün esamisi kalmamış siyasi dünya, en çok kim bağırırsa onun haklı olacağını zannedenlerle kendi etrafında dönüp duruyor.
İzmir’in dağlarında artık çiçekler falan açmıyor bu yüzden kendimi sormak zorunda hissediyorum; çok daha büyük bir yenilginin ayak sesleri geliyor farkında mısınız?
İş hayatının koşuşturmacasından kaçıp, bir kaç gün tatil yapabilenlerimiz birazcık nefes alıyor. Fakat diğerleri şehrin boğucu sıcağına, lanet edilesi trafiğine ve umutsuzluğuna kısılmış yaşam savaşı veriyor. Üstelik her hafta aynı işi yapmasına karşın yüzde yirmi fakirleşerek. Tabi fakirleşmek sadece ekonomik değerlerle olmuyor bir de yaşadığımız hayatlarda fakirleşiyoruz. Örneğin zamanımızı çalan trafikte, hoşgörümüzü çalan magandalarla ya da yeterince sahip olamadığımız yeşil alanlar yüzünden çalınan oksijenimizle. Eğer bunların sizden çalınabilecek şeyler olmadığını düşünüyorsanız, gelin bir daha düşünelim.
İzmir yıllarca Türkiye’nin en özgür şehri olarak anlatıldı. Kadınlar daha rahattı, erkekler daha centilmendi. Magandalık toplumsal olarak ayıplanırdı. İster açın bir tekinizi evinizin balkonunda atın ister sahile inin orada piknik yapıp biranızı için fark etmiyordu. Özgürlük size istediğiniz hayatı yaşayabilme konusunda bir güven veriyordu. Kızlı erkekli olmak, sahilde gitar çalıp şarkı söylemek, yan tarafınızda oturan diğer grupla tanışmak sohbet etmek sadece olağan değil sosyal hayatın doğasında vardı. Bir zamanlar.
İşin bir de neredeyse hiç konuşulmayan bambaşka bir yüzü var. İzmir Kurtuluş savaşının bittiği yer olarak hafızalarımıza kazılı ancak o günden bu yana düzenli olarak saldırı altında. İzmir bir zamanlar birçok farklı dinde, etnik yapıda topluluğun ortak yaşam alanıyken, ilk kayıp mübadele ile veriliyor. Şehrin çok kültürlülüğü Cumhuriyetin ilk yıllarında bir nebze korunsa da, çok partili döneme geçişle birlikte ranta kurban giden ilk yerlerden biri oluyor. Kordon diye tabir ettiğimiz İzmir körfezi boyunca uzanan deniz kıyısı, ilk önce sekiz katlı birbirine bitişik apartmanlardan oluşan devasa bir set inşaa edilerek bozuluyor. Denize ikinci sırada kalan binalar bir anda güdük, denize ulaşamayan karanlık yapılara dönüşüyor. Bu gün bile gidip ikinci kordon caddesi boyunca yürüseniz, şehrin en karanlık ve sıkışık sokaklarından birinde olduğunuzu hissedersiniz. Çünkü ikinci kordona açılan sokaklarda eski iki-üç katlı yalılar hala önlerindeki devasa ve bitişik apartman duvarının arkasında boyunları bükük durmaktadır.
Seksenler bu şehir adına ikinci büyük darbeyi beraberinde getirir. Gecekondu! İzmir Türkiye’deki en büyük gecekondu şehrine dönüşür. Dağı, taşı gecekondularla dolar. İşin üzücü yanı bugün hala devam eden iyileştirme çalışmalarıyla bile bu sorun hala çözülmüş değil. Zaman içinde defalarca çıkan imar afları kurallarla yaşama kültürünü yok ettiği gibi, şehri de mahvetti. Zaten bir imar planı olmayan şehir, yağma kültürüne kurban oldu.
Bir diğer darbe, sivil toplumun başarısı ile neyse ki engellenebildi. Göztepe ve Karşıyaka sahilleri otoyola kurban edildiyse de şehrin merkezi olan Alsancak bu kaderden kurtarılabildi. Elbette yıllar süren davalar ve ben derim olur zihniyeti ile yapılan ancak çeşitli meslek örgütlerinin müthiş çabasıyla iptal ettirilen projeden geride yarım kalan otoyol üst geçit ayaklarıyla. Ki devasa beton ayaklar bir türlü yıkılamadıkları için hala kordonun girişini utançla süslemektedir!
Burada körfezin pisliğini ve kokusunu yazmadan geçmek olmaz. Yıllarca İzmir özgürlüğü ile olduğu kadar, körfezin leş kokusu ile de anıldı. Gerçekten ne zaman denize ulaşsanız sizi ilk karşılayan şey berbat bir kokuydu. Neyseki şehrini gerçekten seven ve ona hizmet eden bir Belediye başkanı , Sevgili Priştina geldi de, bu korkunç kokuya savaş açtı. Yapılan arıtma tesisleri ve temizleme çalışmalarıyla körfez kurtarıldı. Hatta yeniden balıkların yaşadığı hale gelecek kadar temizlendi. Maalesef kapitalist düzende insan günlük çıkarların ve paranın peşinde ömrünü harcayan bir yaratık. Arıtmak, atmaktan daha pahalı bir davranış biçimi olunca ve ciddi yaptırım uygulayan bir yönetim de olmayınca bugün ne yazık ki körfez yine kokuyor. İnsan şehrin göbeğinden denize girebilme lüksünün pahasını anlayamadığı sürece de kokmaya devem edecek, eminim.
Son darbe ise yeni inşaatçılık furyası ve gökdelenlere çıkan izinle vuruldu İzmir’e. Körfez kıyısının ortasına, denizin hemen önüne yapılan çok çeşitli gökdelen bozuntuları benim gözüme şehrin göbeğine vurulan birer hançer gibi görünüyor. Yanlış anlaşılmasın gökdelenlere karşı değilim ama o devasa binaları denizin önüne yapan rantçı zihniyete karşıyım.
Elbette bütün bunlar bir kısır döngü oluşturuyor. Nüfus ve göç politikaları ile yağmalanan şehir, inşaatçılığı, çevre ve hava kirliliğini, ulaşım sorununu, güvenlik problemlerini ve kültürsüzleşmeyi de beraberinde getiriyor. Daha çok insana toplu taşım hizmeti vermek zorunda kalan belediye, tramvay gibi müthiş derecede gerizekalı bir proje geliştirerek sorun falan çözmeye çalışmıyor, ranta pay çıkartıyor. Kıyı şeridini karadan dolanacak biçimde yapılan tramvay yerine, deniz ulaşımını arttırarak öne çıkaracak bir akıl maalesef bu şehirde artık bulunmuyor. Bulunuyorsa bile ya artık umursamıyor ve çalışmıyor ya da koltuğuna yapışmış, başarısız ve kötü siyasetçileri yerinden edemiyor.
Elbette İzmir sadece bir örnek; İstanbul, Ankara, Bursa ya da Bodrum’da yaşananlar da bundan hiç farklı değil. Ben İzmir’i yazdım çünkü gözlerimin önünde her geçen gün ne kadar çirkinleştiğini, yaşanmaz ve mutlu olunmaz hale geldiğini görüyorum. Bu sebeple fakirleştiğimiz diğer tüm değerleri de mutlaka konuşmamız gerektiğine inanıyorum.
Bu yüzden birileri imza sayısı gibi acınası ve utanılası tartışmalar yaparken, merkezden delegelere baskı yaparken, zaten zavallı olan muhalefet becerisini kişisel hırslarla daha da çıkmaza sürüklerken, bir diğerinin de illa bir koltuk kazanma derdine düşüp yaralı parmağa işiyor olma halini utanç içinde izliyorum. Koltuğuna yapışmış yerel yöneticilerin de onlardan farklı olmadığını, tekrar tekrar koltuk derdine düştüğünü gördükçe, şehrimden ve benden çok şey çalındığını düşünüyorum.
İzmir’in dağlarında artık çiçekler falan açmıyor bu yüzden kendimi sormak zorunda hissediyorum; çok daha büyük bir yenilginin ayak sesleri geliyor farkında mısınız?
https://www.karetekerlek.com/kursunkalem/zmirin-gzyalar
Ayşegül Ekinci