Bu gün içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Uyumak istemiyorum, yemek yemeyi, şarkı söylemeyi bile…. İçimde kocaman bir bulut var. Kocaman gri bir aydınlık. Kurşun gibi ağır ellerim, başımda milyonlarca karınca. Kalkıp doktora gitsem ya kolesterol diyecek, ya tansiyon. Beslenmeme karışacak ihtimal… Spor yap sabahları, kilonu azaltmalısın biraz, sigarayı hala bırakmadın mı diyecek adım gibi biliyorum. Bahar yorgunluğundan söz eden gazetelerin hepsi de başka bir masalcı teyze. Yazdıklarına inanasım gelmiyor. Bütün ağaçlar salkım saçak çiçek. Ama hala hava soğuk ve kapalı… Böyle bahar mı olur? Şeftaliler ayazda kavruldu kavrulacak.
Bir haftadır güneş yüzünü göstermiyor. Hem soğuk, hem kapalı… Dağlar bir sise gömülmüş. Üreğil Köyü’nden İznik gölüne bakıyorum. Gölün kıyısı ve sazlıklar seçilebiliyor ama sonrası yok. Göl bitmiş sanki, yaprak kımıldamıyor. Ne bir martı, ne bir dalga? Öğleye doğru bir haber geldi. Radyodan duymuşlar. Dutluca köyünün ormanlık alanına bir helikopter düşmüş. “Ölen vardır mutlaka,” dediler. Uçak düşse pilotlar kurtulabilirdi belki…. Ama helikopterlerde pilotları fırlatan koltuk sistemi yoktur.” Şom ağızlılar. Belki kimse ölmemiştir. İçim daralıyor, kendimi dışarı zor attım.
Demirci’de Çereşe Meydanı’na yakın bir kahve vardı. Biz oraya Zeki’nin Kahvesi derdik. Sivri kafalı bir Hasan Amca vardı. Yaşı yetmişe yakın. Elektrik teli düşmüş üstüne bir şey olmamış. Kocaman kirazdan kafası üstü düşmüş burnu bile kanamamış. Kaplumbağa kabuğundan daha sert kafam var benim derdi. Bastonunu alıp şakacıktan başına vururdu. Acayip bir ses çıkardı. Tahta desem değil, demir belki de… Bir yazılı kağıt ver bana,”derdi. İsteğin kişiyle tokuşayım. Tuz kabağı gibi yarılır onunki. Ama bana bir şey olmaz. Kağıt yazmadan olmaz. Başıma bela sarmayı istemem. Ben bazen şakacıktan ona tos vururdum. O gözlerini bile kırpmaz ama benim kafam acırdı. Ben kafamı ovuştururken yaşlılar gülerdi. Ağızlarında tek tük bir iki diş… Ben de onlara gülerdim. Geçip giderdik. Zamanla beton kafalı Hasan Amca’yla toslaşmadan tek bir gün bile geçirmez olmuştuk. Ve gülüşmeler olmadan. O kahvede bir şey öğrendim. Yaşlı insanlar en çok ölümle dalga geçerlerdi. Birbirlerine “Bu kışı da çıktın Hüseyin, Mahmut, Yusuf…”derlerdi. Önümüzdeki kış artık kader kısmet.
Bildiklerimizin öğreneceklerimizin yanında çocuk oyuncağı olduğunu insan kırklı yaşlarında zar zor fark edebiliyor. Gaziantep’te körler okuluna gittim. Bir iki saatlik bir seminerim var. Bütün eğitim dokümanlarım görsel ağırlıklı materyallerden oluşuyor. Deneyimli ağabeylere sordum. Burada nasıl seminer yapılır? Ne sorumu ciddiye alan, ne de yardımcı olan çıktı. Gece gözüme uyku girmedi. Sabaha kadar döndüm durdum. Görselleri mümkün olduğu kadar sesli hale getirmeye çalıştım. Birkaç kişi dışında grubumun hepsi görme engelliydi. Ne oldu, nasıl oldu anlayamadım. Çalışma son derece keyifli geçti. Birbirlerine tutunarak yanıma kadar gelip teşekkür ettiler. Benimle tanışmak isteyenler oldu. Programdan sonra birlikte biraz sohbet etmeye zamanımız da vardı. Görme engelli insanların bütün esprileri kör olma üzerineydi. Bana göre onların görme yoksunluğu önemli bir sıkıntıydı. Ve bu onları yaşamdan ve diğer insanlardan koparıyordu. Yanılmışım. Ne körlüğü dert eden vardı. Ne de kendini bir şeylerden yoksun sayan. Yaşama delicesine sarılmış, büyük bir keyifle her anın tadını çıkaran kocaman bir aile ile tanıştım. Belli ki Behramoğlu’nun şiirini benden önce okumuşlardı. “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var, Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına…
Siz bilmezsiniz? Üreğil’de bir Elif var. On yaşında. Ne kar olup tozuyor? Ne de sevdalarda geziyor. Küçücük daha, minicik, ela gözleri ışıl ışıl. “Helikopter düşmüş az önce karşıki köyde. Bazı insanlar sevdiklerini yitirmiş. Can evlerine ateş düşmüş,”desem. Ela gözlerinin rengi çekilir. Göl gibi sus pus oluverir birden. Bu serçeler daha uçmayı bile öğrenemediler. Varsın cıvıldasınlar gün boyu. Sustum, hayranlıkla onları izledim. Yazılarını bitirmeye çalışırken Zafer başını kaşıdı, arka sıradaki Şevval gözünün önüne düşen perçemini düzeltti. Can Suyum, tırtıllarım, böceklerim, yeryüzünün en muhteşem kelebekleri. Ölüm sizden uzak dursun.
Berra’nın aklına bir soru takılmış. “ Benim evde küçük bir kaplumbağam var. Onlar nasıl yavrular öğretmenim? Elbette insanlar gibi yavrum. Bayan kaplumbağanın doğum sancıları başlar. Hemen eşi bir ambulans çağırır. Anne kaplumbağa apar topar hastaneye kaldırılıp doğumhaneye götürülür. Eşi de ona moral verir. Fü fü fü nefes ver. Sakin ol, nefes ver. Doktor eğilip örtünün altına bakar. Hadi gayret bebek geliyor der. Hadi biraz daha ıkın. Kan ter içinde kalan anne kaplumbağa kan ter içinde bütün gücüyle ıkınıp küçücük bir yumurta dünyaya getirir. Sonra bir tane daha ve belki birkaç tane daha… Ve onu torağa gömer. Günler sonra hastane faturası gelir. Erkek kaplumbağa faturayı görünce tepetaklak düşüp bayılır. Bakar ki pabuç pahallı eşinden ayrılmaya karar verir. Bütün çocuklar gülmekten salkım saçak, hepsi yerlerde…
Bu gün havada bir acayiplik var. Üreğil Köyü İznik gölüne bakıyor. Sazlar zeytinlerin kadar uzun, kıpırtısız. Ne bir kuş, ne bir dalga… Gölün kıyısı var ötesi yok. Geniş sular sisler içinde kaybolmuş. Günün hangi saatindeyim, bilmiyorum. Yağmur gelse ansızın acaba yıkanır mı gökyüzü? Güneşi özledim ben. Aklımda kocaman bir çıkmaz sokak. Ne yana gitsem, nereye baksam nafile… Çay içesim bile yok. İyi değilim arkadaşlar. Bu gün benden fayda yok. Yeni bir güne, yarına varana dek beklemeli en iyisi. İnanmazsanız bakın şu televizyona. Türkü bile ziftten kara, katrandan koyu.
Sarıkamış Altın Bulak
Soğanlı’yı Biz Nerden Bilek
Bizim Uşak Göycek Gezer
Ağca Zıbın Kara Yelek
Yüz Başılar Bin Başılar
Tabur Tabur Karşılar
Bir Kar Yağar İnce İnce
Yatan Şehitler Işılar
Gözünü Sevdiğim Eşe
Tekerin Dayandı Taşa
Seferberliği Durdur
Elin Öpem Enver Paşa
Nisan 2011
Seyfullah