Evrensel bir olgu olarak düşünüyorum koronayı. Çünkü hayatımızda dönüm çizgisi bir uyanma noktası oldu. İnsanlara endişe vermekle beraber topluma temizliğin önemini anlattı.
Hayatın ne kadar değerli olduğunu onun sayesinde öğrendik. Daha önce basit gibi görünen şeylerin aslında ne kadar önemli olduğunu anladık. Vapura binmek, tiyatroya gitmek gibi…
Bir anda kesilen etkinlikler hayatı anlamsızlaştırdığı kadar yaşamı sorgulamaya da yöneltti. Kendi kendine kalabilen bireyler geçmişin muhasebesini yaparken geleceğin endişesiyle ömrünün boşa geçtiğini anladı. Anın ne kadar kısa olduğunu kavradı. Aslında her şey an meselesiydi. Anı yaşamak her şeyden önemliydi.
Korona, dünyanın tek millet olduğunu tekrar hatırlattı. Çünkü birimizin başına gelen felaket bütün insanlığa mâl olmuştu. Hepimiz aynı gemideydik. Artık tek bir düşmanımız vardı; ‘Korona!’
Korona günleri insanları yıprattığı kadar düşünmeye de teşvik etti. Makineleşen insanlar birden yalnız kaldı. Hayatı sorgulayıp nereden gelip nereye gidiyorum, diye düşünmeye zaman buldu.
Bu dönemde komşuluk ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu anladık, ihtiyacı olan alsın sepetleri, sadaka taşı gibi değerlerimizi yeniden hatırlattı.
Dayanışmanın önemini anladığımız kadar sağlığın ne kadar değerli olduğu da anladık. Hayatın içinde yakınlarımızı kaybetmenin üzüntüsünü yaşadık. Peş peşe gelen ölüm haberleri sevdiklerimizin değerini anlamazı sağladı. İnsan her an her şeye hazır olmalıydı.
Yaşamın ne kadar muhteşem bir şey olduğunu bu dönemde gördük.
Hayatın keşmekeşliği içindeki bu sorgulama sürecinde, zamanı boşa geçirdiğini düşünen de oldu, o kadar yorulmuştum ki dinlendim, diyen de. Bu durumdaki bireylerden en şanslısı galiba çocuklardı. Okulların tatil olmasına sevindikleri kadar tabletleriyle sınırsızca oynama şansına da eriştiler. Daha önce kısıtlı zaman ayırdıkları iletişim araçlarını özgürce kullanmaya başladılar. Kumanda artık onların elindeydi.
Bu sürecin olumsuz yönü olarak derslerinden çok oyuna daldılar. Bu anlamda teknoloji onların başarısında negatif çarpan oldu.
Olumlu tarafıysa aileleriyle zaman geçirmeye başladılar. Kahvaltı ve oyun saati gibi zamanlardı bunlar. Basit gibi görünen bu süreci çoğu çocuk yıllarca yakalayamamıştı. Erken çıkılan evlerden geç geliniyor, uzun yapılan kahvaltıların yerini simitle, çay alıyordu.
Bu anlamda korona insanların birbirini tanımasını sağladı.
Benim içinse bu dönem izleyemediğim filmleri izlemek, okuyamadığım kitapları okumak oldu. Hastalıkla ilgili beğendiğim filmler; Körfez, Duvak, Yedinci Mühür’dü.
Körfez’de çevre felaketiyle beraber şehir değiştiren Selim’in yaşadığı travma anlatılıyordu. Bunalımdan yeniliğe uzanan bir süreçti bu. Ayrıca denizden gelen kokuyla başlayan bir hastalık hikâyesiydi.
Duvak ’ta bulaşıcı hastalık kolera ve bununla mücadele eden doktorun hikâyesi vardı. William Somerset Maugham’ın aynı eserinden uyarlan senaryoda, İngiliz çift çare bulmak için Çin’e gidiyordu. Burada dönemin zor şartları anlatıldığı kadar insanların ne kadar farklı bir kültüre sahip olduğu da anlatılıyordu. Taksi bekleyen doktoru, yaya olarak gelen üçgen şapkalı insanlar şaşırtıyordu.
Bu yokluk ve çaresizlik ortamında kolera çıkmıştı. İnsanlar ümitsizlik içinde kıvranırken hijyen olmayan suyu içen çocuklar hastalanıp ölüyordu. Ölüm korkusu insanların gözlerinden okunuyordu. Filmin sonunda doktor da bu kurbanlardan biri oluyordu.
Eser iki kültürü anlattığı kadar gelir dağılımdaki dengesizliği de anlatıyordu. Bu başarısından olacak ki 64. Altın Küre’de en iyi film ödülünü almıştı.
Yedinci Mühür, yönetmenliğini Ingmar Bergman’ın yaptığı 1957 yılı yapımı eşsiz bir eserdi. Sonsuz felsefeleri ve görselleri vebanın yayıldığı dönemde geçiyordu. Ortaçağ dönemini anlattığı kadar bilgi, varsayım, yaşam, inanç, din ve ölüm gibi değerleri de sorguluyordu.
Filmde tanrının cezası olarak görülen veba hastalığından insanlar kaçıyordu. Ama o her yerdeydi. Öyle ki ressamın tuvaline bile sızmıştı.
Eserde satranç ustasının akılcılığı, uyanıklığı ön planda tutulmuştu. Ortaçağ şövalyesiyle, can alıcı melek arasında geçen diyalogda zekâ ön plandaydı. Şövalye, tanrı ve ölüm gibi kavramları tartışırken insanlara nasıl faydalı olacağını düşünüyordu. Bu anlamda satranç oynamak fikrinin etrafında hayatın anlamını sorguluyor, ölüme kadar olan süreçte yaşamın anlamlandırılması gerektiğini savunuyordu. Eser hayatı sorguladığı kadar bilme ve kendiyle yüzleşme gibi kavramları da düşündürüyordu. Bu haliyle felsefe kitabını anımsatıyordu.
Hayatı irdeleyen süper kahramanımız son günlerini dostlarıyla geçiriyordu. Güzel yaşadığı, insanlar için iyi bir şeyler yaptığı için de huzur içinde ölüyordu.
Burada satranç figürü akıllıca seçilen başarılı bir öğe olmuştu. Filmin siyah, beyaz olması da kara vebayla örtüşmüştü.
Tarihteki salgınlar kitaplara da konu olmuştu. Kolera Günlerinde Aşk, Veba, Körlük, Venedik’te Ölüm, Cehennem bunlardan bazılarıydı.
Kolera Günlerinde Aşk; Gabriel Garsia Marquez’in kolera günlerini anlatan kitabıydı. 1985 yılında yazdığı kitapta, hastalıkla beraber toplumun geri kalmışlığı, Kolombiya’nın cehaleti de anlatılıyordu. Kötülükler, yokluklar onun kaleminde farklı bir hâl almıştı.
Roman korkunç değildi. Karantina süreci, aşk ve ölüm gibi temalar işlenmişti. Kolera ara sıra ortaya çıkıyordu. Olaylar gemide hüzünle bitiyordu.
Bu anlamda maceralı olduğu kadar hüzünlü bir kitaptı.
Burada gemi figürü doğru seçilmişti. Çünkü veba hastalığı ilk gemilerde başlamıştı. Tayfalar ölüyor, aç kalan fareler etrafı istila ediyor, onların taşıdığı virüs de insanlara bulaşıyordu. Kan ve iltihaplı şişkinlikler, halsizlik, baş ağrısı ve ateş gibi belirtilerin ardından ölüm geliyordu. Bu yüzden olacak ki Veba’nın öbür adı Kara Ölüm’dü.
Veba, 1300 yıllarda Avrupa’nın yarısını almış bir felaketti. Bu öyle bir felaketti ki Gılgamış Destanı’nda ‘Nargel’ olarak geçtiği gibi Hititlerdeki yazıtlarda da farklı isimlerle anılmıştı.
Daha sonraki yıllarda Bizanslılar’da Titus döneminde görülmüştü.
Bu da Veba’nın Atina’dan Roma’ya oradan da Etiyopya’ya kadar yayıldığını gösteriyordu.
İnsanlar o kadar çaresizdi ki sevdiklerini bırakıp kaçıyorlar onlar için ayrı mezarlar yapıyorlardı. Hatta karga maskesi takıyorlardı hastalık bulaşmasın, diye. Çünkü veba, kargaları etkilemiyordu. Bu anlamda maskeler bir ölçüde savunma mekanizmasıydı.
O dönemde çaresizlik insanlara her şey yaptırmıştı. Avrupa’nın en güzel yerlerine veba anıtları diktirmişti.
Yıllar önce Viyana sokaklarında dolaşırken buna bir anlam verememiştim. Uzun, sivri anıtları inceledikten sonra veba mı kalmış ki anıtı olsun, diye düşünmüştüm.
Korona’dan sonra İspanyol gribini araştırdım. Bununla ilgili filmleri izledim. Daha sonra 2009 yılındaki ‘Domuz Gribi’ni hatırladım. Yine ilk başka sağlıkçılar etkilenmişti. Dezenfektan kullanımına başlanmış, okullar tatil olmuştu. Ardından aşı çalışması başlamış şimdi ki gibi aşı bulunmuştu.
Bu araştırmalarımdan sonra tarihte nüfus kaybına neden olan ne çok felaket olduğunu gördüm. Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu bir kez daha anladım.
Körlük; Josef Saramago’un 1995 yılında yazdığı kitabıydı. Kör olan bir doktorla başlıyordu salgın. Sonra bütün şehre dağılıyordu. Yağma, isyan, mücadele, zulüm, cinayet, karantina ön plandaydı. Kapılar kapanıyor, insanlar karantinaya alınıyordu. Dükkânlar yağmalanıyor, herkes birbirinden kaçıyordu.
Bir grup insansa depoya sığınıp, az yiyecekle yetinmeye çalışıyordu. Burada en önemli karakter doktorun eşiydi. Bütün risklerine rağmen eşiyle beraber depodaki insanlara yardım etmeye çalışıyordu.
Filmde karantina, kaçış, şiddet ve açlık vardı. Acı çeken insanlar, yokluk ve ayrımcılık gibi konular işleniyordu. Aslında bir ölçüde sistem ve ideoloji gibi konular da eleştiriliyordu. İçerdiği konularla, metaforlarla bugünü de anlatıyordu.
Zaten yazarlar sadece bugün için değil yüzyıl sonrası için de yazarlar. Amaç eserlerini yüzyıllar sonrasına taşıyıp, ölümsüzlüğe ulaşmaktır.
Ve büyük kitap Veba; Albert Camus’un 1947 yılında yazdığı, gazeteci ve doktordan oluşan karakterlerle yola çıkarak anlattığı bir yaşam mücadelesi.
Cezayir’de ortaya çıkan virüs on ay gibi bir sürede yayılıyordu. Doktor kahramanımız korkusuzca mücadele ediyordu. Yaşadığımız zor günleri anlatan en iyi kitaplardan biri olma özelliğiyle koronaya benziyordu.
Kitapta ayaklanan gruplar tedbirlere, yoksulluğa karşı isyan ediyordu. Salgınla beraber halkın sosyolojik yapısı da anlatılıyordu. Burada yazarın toplumla bağdaşması önemli olduğu kadar kahramanın tasvirlerindeki başarı da romanın akıcı olmasını sağlamıştı.
Veba’nın bitiminde herkes de büyük bir değişim oluyordu. Bunu başarılı kurguyla çok güzel anlatmıştı Camus. Tabii Albert Camus olup Nobel almak kolay değildi.
Venedik’te Ölüm, Thomas Mann’ın I. Dünya Savaşı’ndan önce yazdığı eseriydi. Sanatçı kahramanımız dinlenirken bir anda salgınla karşılaşıyordu. Turizm kapanmasın, ekonomi durmasın diye ülkede karantina başlatılmıyordu.
Halk panik yapmasın diye insanlar susturulmaya çalışılıyordu. Bir süre sonra hastalık her tarafa yayılıyor, kahramanız da bu kurbanlardan biri oluyordu. Filmde aşk ve ölüm gibi kavramlarla beraber, bir sanatçının çalkantılı dünyası da anlatılıyordu.
2013 yılında basılan Cehennem kitabında kaybolan bir virüs vardı. Dan Brown’un kaleminden esrarengiz bir maceraya dönüşen eser, Dante Alighieri’in İlahi Komedya’sındaki Cehennem’i anımsatıyordu. Floransa, Venedik arasında geçen hikâyenin diğer durağı İstanbul’du.
Tarihi değerleri ve sanat eserlerini anlattığı kadar o şehrin tanıtımı da yapıyordu. Akılcı ve sürükleyici kitap epey bir okuyucu kitlesine ulaşmıştı. Ayasofya’yı anlatması da ayrı bir güzellikti.
Salgınla ilgili yeni çıkan kitaplardan biri de Orhan Pamuk’un Veba Geceleri’ydi. O da Körlük, Veba, Kolera Günlerinde Aşkla’la aynı kategoride bir kitap yazmıştı. Beş yıl önce başladığı kitap büyük başarıya ulaşmıştı. Korona’nın akabinde gelmesi de iyi bir tesadüf olmuştu.
Romanda, karantina da isyan, Osmanlı gemisi, memurlar ve gidiş vardı. İdam, ölüm, aşk, isyan, hüzün, hayal gibi konular işlenmişti. Eski fotoğraflardan beslenildiği gibi tarihi kitaplardan da beslenilmişti. Sosyolojik boyutu, olay örgüsü, kişilik analiziyle güçlü bir başarıya sahipti. Planlı gidiş, matematiksel bir zekâyla perçinlenmişti. Romandaki ölüm korkusu, aşkın önüne geçmişti.
Vebanın zararlarını, topluma verdiği korkuyu anlattığı kadar, salgın karşısında insanların tavrı, siyasi yapının aldığı önemler de anlatılmıştı. Dönemine ışık tuttuğu kadar bugüne de ışık tutuyordu.
Ve tarihin tekerrürden ibaret olduğunu bir kez daha gösteriyordu.
Kitabı korona günlerinde okuduğum için çok daha iyi anladım. Bu zor günleri yaşamasaydım bu kadar iyi anlayamazdım.
0,1 mikronluk virüs evreni nasıl tutsak eder, diye düşünürdüm…
Evren döndükçe kim bilir daha nelerle karşılaşacağız? Değişen tarih, gelişen sağlık sistemi daha neler getirecek? Yaşayıp hep beraber göreceğiz…
Neslihan Minel