Sıkılmıştım oturmaktan. Dışarı çıkıp biraz dolaşmalıydım. Yağmur dün akşamüzeri başlamıştı. Bazen deli dolu, bazen usul usul yağıp duruyordu. Yağmurla uyudum gece. Güzeldi. Kahvaltı yaptık. Televizyona baktık. Öğlen yemeği yedik ama yağmur hiç ara vermedi. Şimdi sakin sakin yağıyordu. İncecik damlalar beton sokaklarla, ağaçlarla, saçak altlarına gizlenmiş kumrularla sohbet eder gibiydi. Tamamen dinsin diye biraz daha bekledim. İçim sıkıldı. Tutmayın beni dedim. Elime baston gibi uzun saplı bir şemsiye bulup verdiler. Sokaklar ıssızdı, Aksaya, incir,dut yaprakları sudan ağırlaşıp oynaşıyorlardı. Orta çay bahçesinde bir kaç kişi vardı. Geniş bir güneş şemsiyesinin altında oturmuş laflıyorlardı. Sigara dumanı neme doymuş havada bir süre kaskatı asılı kalıp yavaş yavaş dağılıyordu. Ne konuştukları doyulmuyor ama kahkahalar, gülüşmeler limana kadar uzanıyordu. İnsanların neşesinin yerinde olmasını severim. Ne geçim sıkıntısı biter. Ne dert, ne gam, ne de kafaya takılacak bir başka sorun… Çocuklar laftan anlamaz, hanım halden bilmez. Balık ağa girmekten son anda kurtulmuş olur. İki elimiz iki yanımızda. Yapılacak bir şey yok. Ağlak ağlak dolaş dur.
Gerze’de adettendir. Şemsiyemi kaptığım gibi iskeleye yürüdüm. Balıkçılar kooperatifinin sundurmasında iki köpek uyuyordu. Başka hiçbir canlı yoktu. Geri dönüp Köşk’e indim. İnce patika beni fenere götürdü. Fener demir korkuluklarla çevriliydi. Kapısında demir bir kilit asılıydı. İçeri girmek tehlikeli ve yasaktır levhası asmışlardı. Öyleyse kesinlikle girmeliydim. Ak pak fener yağmurun altında hüzünlü duruyordu. Yalnız ve sıkılmış sanki… Korunaksızdı. Yağmurluğu boş ver, şemsiyesi bile yoktu. Fenerin duvarının dibine yaklaştım. Gözlerimi onun baktığı açık denize doğru çevirdim. Uzaklarda bir kaç martı uçuyordu. Havada yağmura aldırmadan dolanıp duran üç beş küçük kırlangıç vardı. Deniz alçaldıkça yosunlu kayaların üzerinde yengeçler göze çarpıyordu. Dalga ile beraber bir varlar, bir yoklar…
Yağmurun altında bir tek fenerle ikimiz vardık. Etrafa bakıp sıkıldım.
Naber, dedim.
Cevap verecek gibi görünmüyordu. Pek kibirli, insanlara yukarıdan bakan bir hali vardı. On, on beş saniye sonra;
Sana ne?, dedi.
Bu size tuhaf gelebilir ama ben arabalarla da konuşurum. Bulutlarla ve ağaçlarla… Hatta sokak lambalarıyla bile…
Hal hatır sormak, selam vermek insanın olanın boyun borcudur, dedim,
Ben insan değilim, deniz feneriyim, dedi.
Neden ters cevap veriyorsun ki, dedim. Sövmedim, etmedim. Selam verdiysem suç mu işledim yani?
Hadi git işine kardeşim, dedi. Benim kafamı şişirme. İşim gücüm var.
Amma da çok işin var. Bütün gün böyle kazık gibi bekleyeceksin. Karanlık basınca arada sırada çak babam çak. Bu iş mi yani…
O kadar kolaysa gel de sabaha kadar sen çak da görelim, dedi.
Ona ağzının payını vermesini de bilirim ama bana yakışmaz. Üstelik burada yabancıyım da. Fener midir, yanardöner midir? Her ne haltsa… Uymayayım dedim. Ama gidecek yerim de yok. Eve dönüp yine sıkılmaya kaldığım yerden devam edeceğim. Azıcık daha takılayım, azıcık daha bakınayım öyle giderim diye düşündüm.
Yalnızlık sana hiç koymuyor mu?, dedim. Kışı var, yazı var yani.
Fenerler zaten yalnız olacakları yerlere konurlar, dedi. Kimsenin iki keçisiyle, üç koyunuyla uğraşmadan işlerini yaparlar. Yalnızlık insanlar için derttir. Üstelik senin sandığın gibi yalnız falan da değilim. Her gün gelip konan martılarım vardır. Benimle konuşan köpük köpük dalgalarım. Halimi hatırımı soran rüzgârlarım hiç eksik olmaz. Yunuslar geçer bazen. Sudan yukarı sıçrayıp selam verirler. Durgun günlerde sığ sularda gezinen lapinalarım vardır. Gümüş balıklarım ve yengeçlerim. Fenerci çıka gelir arada. Demir kapıyı açar. Merdivenlere oturup bir kaç bira içer. Başlar anlatmaya “Şikayet etmişler yine. Liman Müdürlüğüne dilekçe yazmışlar. Sarhoşun biri demişler. Fenere bakacak doğru düzgün birini bulmak çok mu zor, diye yazmışlar.”
Tamam anlıyorum ama burası daha şenlikli bir yer olsa güzel olmaz mı? Bayramlar, seyranlar senin festivaller, düğünler burada olsa. Senin etrafında. Çocuklar koşuştursa, kadınlar erkekler dans etse, göbek atsa, gerdan kırıp el çırpsa. Yarışmalar yapılsa, tiyatrolar sergilense fena mı olur?
Kutlamalar, gürültü, patırtı, koşturmacalar falan… Boş işler. Fenerler panayır düzlüklerine değil kayalık burunlara yapılırlar. Sis olduğunda bazen insanlar gaz tenekelerini alıp bana koşarlar. Denizde mutlaka sevdikleri kalmıştır. Tenekeleri çalarak gürültü yaparlar. Fener’in ve Köşk burnunun yerini duyurmaya çalışırlar. Bana bu kadarı yeter. Fazlasını istemem.
Başka hiç gelip giden olmaz mı?
Kışın yanıma sadece sarhoşlar gelir. Yazın aşıklar, yabancılar ve sarhoşlar. Yabancılar genelde beni güzel bulmazlar. Burada bir şey yokmuş ki, derler. Beyaz bodur bir minare… Ama yine de gelirler. Sanki çalınacak bir şeymiş varmış gibi etrafını demir kafeslerle çevirmişler. İçeri girmek yasak ve tehlikeliymiş. Yesinler tehlikesini, derler.
Âşıklar mı yoksa sarhoşlar mı diye sorulsa. Ben sarhoşları seçerim. Onlar söverler, sayarlar, bozuk plak gibi hep ayni konu etrafında dönüp dolaşırlar. Ama çok geçmeden sızıp uyurlar. Aşıklar sabaha kadar dırdır, mır mır. Naz, niyaz, yeminler falan. En kötüsü de şiir okuyanlar. Arabesk şarkı sözlerini şiir diye mırıldanıp dururlar. Her aşık şairdir zaten bizde. Dayanamam. İçim kalkar.
Sonra birden işler değişir. Azcık şurdan öpsem… Hadi be ne olur? Bu karanlıkta kim görecek? Elbette ben görürüm. Öptür be kızım derim. Öpsün de belki çenesi kapanır. İlla oturup sabahı beklerler iyi mi? Güneşin doğuşunu izleyeceklermiş. El ele, göz göze. Çok romantik bir olaymış bu. Öpse azıcık, hevesini alsa belki sabahı beklemeyecek. Umut işte, kırk gün kırk gece bile bekler.
Beyaz badanalısın, asık suratlısın ama boş da değilmişsin hani. Sohbetin de çekiliyormuş, dedim. Aşk güzel şeydir. Fener olduğun için bilemezsin.
Hangi aşk dedi. Şiirli olan mı? Sevişmeli simi?
Bütün aşklar sonuçta sevişmeliye dönüşmez mi?
Ne bileyim? Aşk her zaman aklımı karıştırmıştır benim. Yemin billah niyetim iyi der adam. Sana karşı tertemiz duygular besliyorum. Benden sana kötülük gelmez. Kendime kıyarım ama sana kıyamam. Bir de bakmışsın o iş oluvermiş. Üstüne üstlük kadın da hamile kalmış, Ayıkla pirincin taşını.
Sen bunları nerden bileceksin? Romanlarda mı okuyorsun? Fenersin sen. Beyaz badanalı, beton duvarlı, aynalı ışıltılı bir makinesin.
Bunları gözlerimle gördüm ben. Kulaklarımla duydum.
Hadi be ordan.
Senin gözlerinin önünde sevişecek yer mi var? Her taraf soğuk taş, ıslak beton…
Yazın taşlar da sıcacık olur, betonlarda.
Gerçekten bu fenerin altında sevişen aşıklar mı var diyorsun. Daha neler neler, maydanozlu köfteler.
Oldu diyorum sana. Gecenin geç vakitlerinde… Yalan borcum mu var?
Onların ki densizlikten değil be fener. Besbelli yersizlikten. Geceye gelince bunun yanıtı çok basit. Gece hem günahları gizler. Hem de öteki gözleri…
İkimiz de sustuk.
İnsanlar için beni buraya diktiler. Gece deniz yolculukları daha güvenle sürsün diye. Ama ben insanları sevmiyorum. Benim gördüklerimi görsen, duyduklarımı duysan… Sen de insanların ne kadar yalancı ve çıkarcı olduklarını anlardın. Ben geceyi severim. Yalnızlığı da…, dedi. Karanlık zindan gibi bir gece, bütün yıldızlar denizin yüzünde oynaşırken çakıp sönmeyi severim ben. Gerisi fazsa fiso. Bak bir de sisi sevmem. O benim ışığımı örter. Boşu boşuna çakıp durmak çok can sıkıcıdır. Sis varsa denizdeki hiçbir gemi, hiçbir kayık, hiçbir kaptan beni göremez.
Fenerin önünde sıra sıra, katmer katmer kayalar uzanıyordu. Uzun yosunlar dalga ile dans ediyorlardı. Yağmur dinecek gibi görünmüyordu. On sekiz Ağustos bir dokuz yüz seksen iki… Cana başında kunduzlar var demişlerdi. Su samurları falan… Ben hiç görmedim. İğde ağacını görürsünüz. Bulutsuz bir gecede oturup Yakakent’in, Sinop’un ışıkları da görünür. Yanınıza iki şişe şarap alırsınız. Birinci yudumda azıcık, ikincide daha çok….Üç, dört , beşincisinde gündüz gibi ışıl ışıl…
Eylül 2024 Sinop
Seyfullah