Bu sabah pazara gitmek için erkenden yola çıkıyorum. Pazar evime yakın bir yerde. Yakın dediğim evimin beş yüz metre ilerisinde. Ama olsun önceki evime uzaklığı bir kilometreden fazlaydı. Koyuldum yola, pazar çantam elimde, bakınıyorum sağa sola.
İçimde bir şey var beni mutsuz eden. Kocaman bir yumru. Ta kalbimin orta yerinde. Nedenini anlayamadığım bir huzursuzla kaplı yüreğim. Sanki biri sıkacak boğazımdan şuracıkta öleceğim.
“Neyse” diyorum “boş ver, kendi kendini dinlemeyi. Boş ver de işine bak!”
Pazarcılar gelmiş. Yavaş yavaş açıyorlar tezgâhlarını. Domatesler kıpkırmızı, salatalıklar tufandan. Üç demet maydanoz on iki lira; “Verelim Abla!” diyor adam; “yok!” diyorum; “yeni geldim biraz daha dolaşacağım.”
Ama hava çok soğuktu, kıpkırmızı oldu yüzüm. Pazarı dolaşırken neredeyse donacaktım! O halimle yine de sebzelere bakıyorum ve küçük olanlardan seçip poşete dolduruyorum. Ondan, bundan derken, “yeter,” dedim, bu kadar alışveriş yapmak.
Pazarcı şaşkın şaşkın, “aldıkların azıcık abla” diyor. “Biraz daha almaz mısın? Bak bu hafta her şey ucuz. Bir ay sonra Ramazan, o zaman fiyatlar ikiye katlanır bilesin” diyor.
Ben duymazdan geliyorum ve hiç de oralı olmuyorum.
Yalnız yaşamın avantajı bu, diyorum. Yarım kilo domates, yarım kilo salatalık. Pazar masrafın az oluyor, taşıması da kolay. Önceleri pazar arabasıyla çıkardım yola. Yetmezdi çanta. Ama şimdi, beş poşetle bitiyor bütün işim. Alacaklarımı aldıktan sonra hızlı adımlarla kaçıyorum pazardan.
Düşünüyorum yol boyu; Neden geldim bu şehre? diye. Kim sürükledi beni buraya?
Oysa şimdi kimse yok yanımda, yapayalnızım, tek bir oda yetiyor artık bana. Ben ister miydim böyle olsun; ama olmadı işte. Olmadı, yürümedi. “Demişlerdi bana bu adamla yapamazsın. Sen özgür ruhlusun, bu adam sıkar seni, mutsuz eder,” dinlemedim. Dinlemedim insanları.
Zannettim ki değişir her şey; o da değişir; ben de değişirim. Alışırım tek düze yaşamaya. Artık hayallerim olmaz. Ne seyahat hayalim, ne de yazarlık hayalim. Ama hiç biri erimedi içimde. Tam tersine dört duvar arasına tıkıldıkça daha da artı hayallerim. Artık kereviz yıkamak, soba silkmek istemiyordum. Her gün kapı önlerinde kadınlarla örgü örmekten de sıkılmıştım. Basit geliyordu o kadınlar.
Altın günlerinde toplanan, yapay sarı saçlı, yapmacık gülüşlü, bol yüzüklü kadınlar. İçlerinde hiç bir samimiyet olmayan, sadece birbiriyle yarışan, çocuklarını, eşlerini, eşarplarını yarıştıran kadınlar. Marka düşkünü, kimin ayakkabısı hangi model, hangi mağazadan almış, kim hangi danteli örmüş, fiskos fiskos konuşan kadınlar.
Rejimden bahsedip “şu kadar kilo verdim” diye övünen; ama aradan bir dakika geçmeden önüne konan pastaya saldıran kadınlar. O, şunu demiş, bu, bunu demiş deyip kınayan “dedikoducu” diyen, ardından da hiç soluk almadan dedikodu yapan kadınlar.
İlk başta “Alışırım” dedim kendi kendime. “Alışırım. Onlara benzerim” ama olmadı, olamadı. Onların arasında sıkıldım, bunaldım. Ben bu değilim, dedim, kendime; “Ben bu olamam. Benim hayalim bu değildi!”
Eşim kızdı; “Unut artık bu hayalleri” dedi. “Unut, artık sen ev hanımısın. Yemek yapıp, bulaşık yıkayacak, akşama kadar beni bekleyeceksin!”
“Anlamadım,” dedim. “Ne yani, ben senin kölen miyim? Benim hayallerim olamaz mı?”
“Olamaz,” dedi. “Hayallerin varsa, neden evlendin benimle? Benim nasıl bir insan olduğumu bilmiyor muydun?”
“Evet,” dedim, “Biliyordum ama değişirsin sanmıştım.”
“Yanıldın o zaman, bak değişmedim, değişmeyeceğim de. Ne kadar saçma ve çocukça bir şey. Değişecekmişim. Asıl değişecek olan sensin, ama sen bile değişmedin. Ben mi, değişeceğim?” dedi.
Kızdım ona, çok kızdım. Ama korktum da. Yalnız kalmaktan, kırılmaktan korktum. Bir gün yine aynı ukalalığı yaptığı zaman; “tamam,” dedim. “O zaman git bu evden. Bir daha da döneyim deme!”
Bir anda şaşırdı, çünkü benden böyle bir tepki geleceğini beklemiyordu. Durgunlaştı ve şok oldu.
“Ne” dedin, “sen beni kovuyorsun, öyle mi?”
Yüzünün al rengi, mosmor olmuştu!
“Tekrar çık git,” dedim. Kapıyı vurup, odama çekildim. Bir dakika sonra çelik kapının, çarpan sesini duydum. O gitmişti artık… O an sevinecek miyim, üzülecek miyim bilemedim. Bitmesi gereken bir şey vardı o da bitmişti. Emindim bundan, gururluydu, dönmezdi, dönemezdi.
Hemen toplanmam lazım, toplanmam ve daha küçük bir eve taşınmam. Sonra bir iş bulup, çalışmam…
Çok zaman geçmeden bu evi buldum. Sonrasında da yeni işimi buldum. Kırılmıştım ama kopmamıştım. Artık ayaklarımın üzerinde durmayı öğrenmiştim.
Hayatın kitaplarda anlatıldığı gibi baba ailenin reisi çalışır, eve para getirir, anneyse ev işi yapar, çocuklara bakar olarak yaşanmayacağını anlamıştım.
Türkçe kitaplarında yer alan; “başköşede gazete okuyan baba, örgü ören anne, ders çalışan çocuk” bunlarında gerçekçi olmadığını da anlamıştım.
Bana çok uzaktı böyle mutlu aile tabloları. Bizim evimizde hiç bir zaman yanan soba olmamıştı odunsuzluktan. Yılbaşlarında kimse birbirine hediye vermemiş, tombala oynamamıştı sabahlara kadar. Resim derslerinde öğretmen yılbaşı akşamı ne yaptınız dediği zaman yapmacık hayali resimler yapmıştım defterime. Mutlu bir aile çizmiştim birbirlerine hediye veren ama hepsi de yalandı.
Trenin gürültülü sesi yükseliyor ardımdan; “oh!” diyorum, yol bitti ve evime geldim.
Çamaşırlar var beni bekleyen, onları yıkayacağım. Sonra da mercimek köftesi yoğuracağım maydanozlar solmadan…
Neslihan Minel