Benim adım Mersedes, yani kendime seçtiğim ad bu. Bir zamanlar bir araba görmüştüm. Küçüktüm. Çok inanılmazdı; bizim tozlu, çukurlu, kırık sokağımızdan geçmesi. Herkes arabanın kaybolduğunu, yanlışlıkla bizim sokağımızdan geçtiğini söylüyordu ama ben biliyordum. O parlak gri yanar döner renkli araba benim için bizim sokağımızdan geçti. Sırf ben dünyada neler var göreyim diye.
Bence siz de görmeden bilemezsiniz; bazen arabalar sırf biz onlara bakalım ve dünyada neler varmış görelim diye önümüzden geçerler. Çünkü bazen tozlu, yıkık ve kırık sokaklarda hayal kurmayı unuturuz biz çocuklar. Oyuncaklar bile tozlanıp artık parlak renklerini kaybettiğinde, toplara ve bilimum şeylere baksak da onlar hayaller gibi güzel olmaz.
Ben mesela basit şeyleri severim en çok. Ekmeğin fırından çıktığındaki sıcak halini, eve götürürken bir parça ucundan yiyebilmeyi ya da bazen tanımadığım sokaklarda azıcık kalmış ağaçlara bakarak gezebilmeyi.
Eskiden bizim tozlu sokağın sonuna kadar bile gidemezdim. Hem içimde bir korku vardı hem de anam bırakmazdı. Aklımın yarım olduğunu söyler, çevremdekilere kızardı. Bugün hala anlamam insanın aklı nasıl yarım olur. Hala sık sık aynada kontrol ediyorum, kafam diğer herkesinki gibi tam görünüyor benim gözüme. Belki de anamın hayal gücü benimkinden daha iyidir.
Bir gün ben daha küçüktüm babam gelmişti işten eve, zaten hep gelir. Bana baktı, “artık büyümüş bu eşşek kadar olmuş, bu da çalışsın” dedi. Ertesi sabah edindim ilk arabamı. Hem de büyük abim kendi elleri ile verdi. Anlattı bana nasıl çalıştığını, ne yapmam gerektiğini. Ben de size anlatayım.
Sokaktaki arabalardan çok farklı benim mersedesim, çok daha güzel işlere yarıyor. Ayakkabıları pasparlak yapıyor inanmazsınız. Kocaman bir kutu benim arabam, içinde çekmeceler var parlak boyaların saklı olduğu. Sonra cila var. Bir de renk renk boyalar. Siyahı, kahvesi, beyazı, cilası. Gerçi abim çok tembihledi karıştırmamam için beyaz da cilayla neredeyse ayni şey. Unuttum biraz, farkı nereden geliyordu. Neyse olsun.
Benim canım abim o gece dışarı çıkmıştı, sabaha karşı elinde bir mersedes çemberiyle geldi. Benim için bulmuş öyle söyledi. Beni çok sever kendisi. Ben de severim. Eğer doğru anladıysam anamın anlattığı kardeşlerini çok sevmelisin sözünü. Gerçi pek kimseye söylemedim ama ben en çok o çemberi sevdim. Gururla yapıştırdık benim boyacı arabama. Hatta büyük abim sağolsun arabamı da o parlak boyalarla boyadı sabaha karşı. Ben daha tam sabah akşam ne demek bilmiyordum o zamanlar. İşe gitme ile gelme vaktine deniyormuş sabah ile akşam. Tabi bana fark etmez. İsimlere pek takılmıyorum ben.
Abim iki işte çalıştığından ona ne sabah ne akşam oluyor sanırım. Garip işte. İnsanlar büyüdükçe isimlere de bir şeyler oluyor. Halbuki acıktıkça anlıyorum ben zamanı. Karnım açsa gündüz, toksa uyku vakti gibi geliyor bana. O yüzden sık sık mersedesimle parklarda uyuyoruz. Yani sık dediysem bazen eve gitmeden bir simit alacak param oluyor. Bazen. Keşke daha sık olsa.
Ama artık simitçiler de kalmadı. Dedim ya sokaklar o kadar tozlandı ki, dayanmıyor simitler. Zaten kimse de tozlu simit yemek istemez, ben bile.
Gerçi bir zamanlar böyle değildi. Ben tam çocuk değildim de, biraz çocuktum o zaman, hala sokakta top oynayanları izlemeye vaktim vardı. Bizim sokaktan bile bir sürü iteklemeli arabacı geçiyordu. Renk renk meyveler sebzeler oluyordu. Bakkal açıktı. İnternet kafe diye bir şey bile açılmıştı. Tam içeriğini bilemesem de abimler arada bir eğlenebiliyorlardı orada. Ben dışarıdan bakıyordum. Sevmiyordum kapalı alanları, hala sevmiyorum. Gerçi şimdi içerisi dışarısından daha güzel gibi. Daha az tozlu. Bazen.
Bir gün uyuyorduk. Karnımız toktu. Anam o gün, hatta o zamanlar sinirli değildi, belki de korkmuyordu bu kadar. Tepemize gümbürtüler yağdı. İlk o gün başladı her şey. Toz o gün başladı.
Çoğunlukla anlamıyorum herkes neden bu kadar kızgın. Bazen tozlu sokağımızda görüyorum eli kolu kanlı insanlar. Yine de anlamıyorum. Yarım aklım da toza karışmış, annem öyle diyor.
Sonra bir gün babam geldi, gidiyoruz dedi, herkes toplansın. Ne nereye gittiğimizi söyledi ne de toplanacak şeyleri. Şöyle bir bakındım toplayacak dağınık bir şeyim yoktu. Anam zaten her şeyi her zaman toplatır. Abime baktım. Aylardır iki kaşının ortasına oturmuş iki çizgiden başka yeni hiç bir şeyi yoktu. Bu ara çok yaygın bizim buralarda o çizgi. Bilmem kim neden alır. Acıtıyor gibi görünüyor bana.
Sonra bir kamyon geldi, doldurdular bizi içine neredeyse tüm komşularımız da içinde. Benim çişim geldi anama söyledim. İlk defa kızdı bana. “Tut” diye bağırdı. Ama ben hiç öğrenmedim ki tutmayı, nereyi tutacağım.
O arada aklıma tekir kedim geldi. Bağırdım kamyonun selesinden. Sesimi duyup gelmedi. Toz kulaklarını tıkamış olabilir mi acaba, merak ettim. Kamyona binmese; toz içinde yaşayabilir mi?
Ben bakarken yollar uzadı uzadı ne tekir kaldı aklımda ne çişim. En büyük abimin sesini duydum. “Korkma Merso” dedi. “Kaçıyoruz.”
İnsan neyden kaçar soramadım çünkü ıslaklıktan rahatsızdım. Neyseki gece soğuk ama sabah yani çalışma vakti sıcak oldu. Kurudum. Anama sordum sabah oldu çalışmayacak mıyız diye. Yüzüme bakıp ağlamaya başladı.
“Ah benim yarım akıllı oğlum.”
Bayağı yol gidip, bayağı kamyonet kasasında saklandıktan sonra bir başka şehre geldik. Burayı sevmedim. Hava kömür kokuyordu. Benim tozlu sokaklarım kokmadığından değil sadece farklı koktuğundan. Biraz anama ağladım sanırım, eve gidelim diye. Biraz.
Ama kömür kokulu yeni yer tek umudumuzmuş, ne demekse! Burayı sevmedim. Çok insan var. Çok eşyaları var üstlerinde. Bir sürü garip ana var ortalıkta, ellerinde kırmızı dikenli çiçeklerle dolaşan. Yani benim anam gibi değil de aynı cinsten. İnsan dikenleri niye taşır? Hem neden hepsinin elinde aynısından var?
Mesela benim mersedesim tek. Abim bana yaptı onu, başka hiç bir çocukta yok; yarım ya da tam akıllı.
Abim git çalış, ayakkabı boya, biraz para kazan dedi. Ben de tamam dedim ama dikkatimi çekti kimsenin ayakkabısı yeterince tozlu değildi. Galiba burada binaları parçalayan gürültülerden olmuyor. Toz da o yüzden toz gibi kokmuyor. Gerçi kömür kokusu da insanın ciğerine işliyor. Yıkanmıyorlar herhalde bu insanlar. Pisler. Anam olsa hepsini geberene kadar keseler.
Camdaki bir yazıya takıldım bu arada. Okumayı zor söktüm ama artık fena değilim. Ama buradakini okuyamıyorum. Sadece kalpler balonlar falan var anlamadığım yazının yanında. Ne garip. Başka dünya mı acaba burası. Sokakta da değişik konuşuyorlar.
Balonlara baktım bir daha. Hiç bir çocuğun elinde balon yoktu. Ne garip.
Çocuklara sarılan kimse de yoktu.
Öyle, büyükler vardı iki başına. Yalnız. Ellerinde balonlar.
Bir de ben vardım. Mersedes arabalı boyacı yarım akıllı çocuk.
Çok gurur duyuyorum arabamla. Sağ omzumda. Gitmez bir yere. Ağırlığı hep aynı. Boyalarım bitmemişse hep parlak. Elim çantanın köşesinde. Dokunması bile güzel. Benim varlığım.
Diğerleri ise kömür kokulu şehirde, iki başlarına, yalnız, ellerinde sundurma çiçekler, gözlerinde toz, evleri yıkık değil. Bakışları, duruşları yıkık. Boz.
Onlar bana bakıyorlar ben onlara. Zaten dillerini anlamıyorum.
Ben en iyisi anamın yanına gideyim. Onların camlarındaki kalp benim anamın gözlerinde var.
Şarkı söyleye söyleye gideyim. Hayal kura kura gideyim. Ağaçlara baka baka gideyim. Çiçekleri koklaya koklaya gideyim. Köpekler peşimde, kediler kucağımda, kuşlar baş uçumda gideyim. Nefesim hevesimde gideyim.
Bombalar buraya da düşmeden, toz dört bir yanı sarmadan gideyim.
Sevmek ne demek unutmadan gideyim…
Ayşegül Ekinci