Kadın, yüreği Filistinli çocukların acısıyla öylesine doluydu ki kürsüde Nazım’dan dizeler okurken ağlıyordu..
“Saçlarım tutuştu önce
Gözlerim yandı kavruldu
Bir avuç kül oluverdim
Külüm havaya savruldu”
Oysa şair, Filistinli çocukları görmemişti.
“Hiroşima’da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım
Büyümez ölü çocuklar”
Filistinli çocukları görseydi eğer, onlar için de yazardı aynı dizeleri. Çünkü o din, dil, ırk ayrımı bilmezdi. Bu yüzden vatanına hasret ölümü reva görmüşlerdi ona.
Bu ne yaman çelişkiydi ki onun şiirini okurken gözyaşı döken kadın, şairin kimliğine vatansız mührü vuranların izinden yürüyerek çıkmıştı o kürsüye.
Bu ne yaman çelişkiydi ki, başkalarının çocuklarına ağlayan kadın kendi ulusunun çocukları Aladağ’da yanarken, gezi direnişinde vurulurken, tarikat yurtlarında tecavüz edilirken bir küçücük tepki verme gereği hissetmiyordu.
***
Yirmi beş yıl önceydi. Bir grup öğrencimle Börklüce Mustafa’nın Karaburun Dağlarına öğrenmeye çıkmıştık.
Etkinliğin bir aşamasında öğrencilerimiz gruplar halinde doğada yön bulma çalışması yapacaklardı. Kendilerine tepelerin ardında dibinde taş oluk bulunan bir çınar hedef olarak verilmişti.
“Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
sıcak.”
Çınara ulaşan herkes, önce oluğa dayayıp başını, şırıl şırıl akan sudan kana kana içti. Kan ve su Karaburun’undan tarihin belleğine bırakılan bir öykünün iki simgesiydi:
“Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından o
Baktı bu toprağın sonundaki ufka
Çatarak kaşlarını:
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
Çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
Beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp”
…
Şair, işte bu Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı’nın dizelerini de tıpkı Hiroşimalı çocuklardaki gibi acıyı iliklerinde hissederek yazmıştı. Günlerce kan akmıştı dereler. Nereden bilecekti bu gençler. Devlet-i Alî’yi yönetenlere karşı çıkmanın bedelinin ne yaman ölüm olduğunu. Nerden bileceklerdi Karaburun nergislerinin yüzyıllardır Börklüce Mustafa ve sekiz bin yoldaşının acısıyla kokulandığını.
***
Aşağıda Karaburun ve Saip ve uzaklarda belli belirsiz Foça. Ortasında Körfez’in masmavi ağzı… İşte bu Nazım’ın hasreti yurt, Anadolu…
O ulu çınarın gölgesinde kumanyalarımızı yerken içlerinden biri, okumayı çok; ama çok sevdiğini bildiğim bir kız çocuğu sokuluyor kulağıma ve fısıldıyor:
– Nazım’ın Çınarı diyelim bu çınara.
Şaşkın, ürkek ve tedirginim.
Öyle ya, gizli okumalarımın ilk adı, yurt ve halk sevgimin ustasıydı Nazım. Sınıfa onun kitaplarını götürdüm diye (Oysa götürmemiştim.) bugün Nazım’a vatandaşlığını lütfedenlerin önderleri tarafından sorgulanmış, öğretmenliğimi sürgünlerle geçirmiştim.
“Bu çocuk, ajan mıydı yoksa?”
“Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
Ve de uyarına gelirse,
Tepemde bir de çınar olursa
Taş maş da istemez hani…”
Anadolu’nun en batısında yüzü Anadolu’ya dönük bu çınarın adı neden o kız çocuğunun önerdiği ad olmasın.
O gün hep birlikte, Anadolu’da her çınarın bir Yunus, bir Bedrettin, bir Pir Sultan, bir Dadal, bir Metin Altıok olduğunu bilerek o çınara “Nazım’ın Çınarı” dedik.
“Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini…
Yenildiler.”
Biz de yenildik. Şimdi yeniden ayağa kalkma zamanı. Şimdi bozkır gecelerine yürüme ve yorgun şehirleri uyandırma zamanı. Onun ölümünden değil altmış, altı yüz yıl geçse de Nazım’ı anlamanın ve anmanın en geçerli yolu bu.
Hamdi Topçuoğlu