Kara kuru küçük bir çocuktu. Bu yüzden sürekli hastalanırdı. Ya ateşi çıkar, ya ciğerleri hırıldar ya da öksürüğe boğulup sabahlara kadar ne kendisi uyur ne de annesini uyuturdu. Özkan, Nevin hanım’ın üçüncü çocuğuydu. Üçüncü ama en eziyetlisiydi. Sürekli hasta olduğu için ona bir şey yedirip içirmek deveye hendek atlatmak kadar zor oluyordu. Kadıncağız akşama kadar Özkan’a ne yedirsem, ne pişirsem diye dolanıp duruyordu. Hasta yatağının başucuna gidip aklına gelen, bulabileceği bütün yiyecekleri bir bir sayıyordu. Oğlu ter içindeki yastığından başını biraz kaldırıp örneğin “şehriye çorbası istiyorum,” deyiverse sevinç içinde mutfağa koşup hemen ocağın başına koşardı. “Dünyaya gelen bir şekilde büyüyor,” denir. Özkan kılı kırk yararak büyüyordu. Hatta büyümemek için sürekli ayak diretiyordu.
Çocuk iki buçuk yaşındayken çok ağır bir hastalık geçirmişti. Çocuk günlerce baygın kalmıştı. Sadece ağzını açıp kapatıyordu. Çocuktan çok kuş yavrusuna benziyordu. Gözleri iyice çukura kaçmış, yanaklarının derisi elmacık kemiklerine yapışmıştı. Nermin Hanım, çaresizlik içinde çocuğunun en temiz giysilerini giydirip yaşlı kadına götürdü. O yıllarda köylerde doktor, hastane, ilaç bilen yoktu. Hasta olanlar önce iyileşsin diye beklenirdi. Kendiliğinden iyileşmezse sonra herkesin Ebe Anne dediği yaşlı kadına götürülürdü. Gerçek adını herkesin unuttuğu bu kadın hastaya kendince ilaçlar hazırlar iyileştirmeye çalışırdı. Bazı hastalar günlerce onun evinde kalırdı. Tedavilerinin ve ilaçlarının karşılığı çoğunlukla bir tencere un, bir tabak tuz, bir kavanoz pekmez, bulgur, tarhana, salça, kuskus ve makarna ile ödenirdi. Kapısına ecel günü gelip hiç kimsenin umudu yokken iyileşenlerden koç, keçi veya dana getirenler de olmuştu. Ama böyle büyük bir ödeme birkaç yılda bir ancak olabilirdi.
Ebe Anne, cansız gibi kıpırtısızca yata çocuğu kadının kucağından aldı. Dualar mırıldanarak giysilerini açtı. Çocuğun bedenini, ayaklarını, ellerini ve yüzünü incelendi. Kuzinenin üzerinde kaynayan tencerenin içine yapraklar attı. Çocuğu buharın üzerinde tutup çekti. Bunu birkaç kez tekrarladığında çocuk ağlamaya başladı. Bir tencere sütün içine un gibi, nişasta gibi beyaz bir toz serpti. Burnunu sıkarak ağzını zorla açtı. Lapayı kaşık kaşık çocuğun boğazına kadar tıktı. O tıktıkça çocuk ağladı. Çocuk ağladıkça annenin yüreğinin yağları eridi. Ebe Anne kadını evine gönderdi. Beş gün çocuğu günde iki kez ilaçlı sularla yıkadı. Yaptığı ilaçları ve yiyecekleri zora yutturdu. Beşinci günün sonunda Nermin Hanım’a ha kırk katır, ha kırk satır anlamına gelen sözlerini söyledi.
“Bu çocuk çok marazlı… Çok çelimsiz ve hasta… İyi olacak, uzun yaşayacak gibi görünmüyor. Takdir elbette yüce rabbimin… Bunun tek bir çaresi var. Akşam vakti karanlığa doğru mezarlığa götürüp bırakacağız. Sabaha çıkarsa yaşar, ölmüşse acısına göğüs germekten başka çaremiz yoktur. Ulu rabbim onu ya alır, ya da bize geri verir.” Kadın sekinin üzerinde yatan çocuğunu kapıp göğsüne bastırdı. Sanki sımsıkı sarılırsa o hep onunla kalacakmış gibi kucakladı. Bu güne kadar bu köyde Ebe Anne’nin dediğine hiç kimse karşı çıkmamıştı. İçi acısa bile bir şey diyemedi. “Sen Bilirsin, madem öyle…” deyebildi. Akşam karanlığı perde perde inerken çocuğunu öpüp, kokladı. Eski bir mezarın üstüne, tepesine mermerden sarık oyulmuş mezar taşının yanına bıraktı. Mezarlığın yer yer yıkılmış taş duvarının dışına çıkıp yere çömeldi. Bildiği duaları okuma başladı. Çok geçmeden kocası çıkıp geldi. Gece ayaz ve soğuk oldu. Özkan sabaha kadar hem ağladı, hem mırıldandı. Özkan üşüdü, Özkan acıktı, Özkan… O her ağladığında annesi onu mezarlıktan alıp götürmeyi istedi. Ebe Anne, boş yere böyle bir şey istemezdi. Sözünü dinlememek olmazdı. Kadın sabaha kadar dua etti ve oğlu için ağladı. Çocuk her ağladığında kadının içinde çocuğun iyileşeceği umudu çoğaldı. Çocuğunun sesiyle içi parçalanan bir anne öte yandan ağladığı için seviniyordu. Aklı duygularına, duyguları aklına erişemiyordu.
Sabah karşı hava aydınlanırken kadın oğlunu mezarlıktan alıp yaşlı kadına götürdü. “Müjde, yüce tanrım onu bize bağışladı,” dedi. Ebe Anne, çocuğa yeniden ilaçlar hazırladı. Annesine bunları nasıl kullanacağını, çocuğu nasıl besleyeceğini uzun uzun hatta bir kaç kez yineleyerek anlattı. Onları evine gönderdi. Çocuk hastalıklarıyla başa çıkarak büyüdü. Sadece zaman zaman onu öksürüğe boğan ve nefesini daraltan akciğer hırlaması kaldı. İlk askerlik muayenesinde çürüğe çıkardılar. Tedavi için verilen ilaçları bitirince yeniden muayeneye gitti. Göğsündeki hırıltı dinmiyordu. Komutanlarına yalvardı, ellerine ayaklarına sarıldı. Baktılar ki olmuyor onu da askere yazdılar.
Askerliğinin beşinci ayında takım arkadaşlarıyla beraber helikoptere bindirip karlı bir dağın tepesine götürdüler. Kardan sığınıklar ve siperler içersinde çok pahallı cihazlarla sınırdan geçişleri gözetlemekle görevliydiler. Komutanları “Bu gece gözünüzü dört açın. Seksen kişilik bir grup aşağıdaki vadiden geçecekmiş. Bu yönde istihbarat aldık,” dedi. Herkesin sinirleri gerildi, gözleri dört açıldı. Özkan, o gece kar aydınlığında işemek için tepeden azıcık aşağıya indi. Siperdeki arkadaşı onun indiğini görmüştü. İşini görüp dönerken bir silah patladı. Mermi hedefine saplandığında “lup” diye bir ses duyuldu. Özkan yere devrilmeden önce “Benim, ateş… ” diye bağırdı. Karlar önce toz gibi kırmızıyla kaplandı. Sonra daha koyusuna…
“Ne yaptın sen?” dediler. Neden ateş ettin?
Tanıyamadım, karanlıktı. Korktum hem de … Tetiğe dokunduğumun bile farkında değildim. Oysa geceyi gündüz gibi aydınlatan bir kar beyazlığı vardı. Biraz önce arkadaşlarıyla şakalaşan genç şimdi karlar üzerinde kıpırtısızca yatıyordu. Yüzünde yarım kalan bir korku ve gülümseme ifadesi kalmıştı. Ölüm anlaşılır gibi bir şey değildi. Hala bakışlarında son şakalardan birine cevap vermeye hazır muzipliği duruyordu.
Eylül 2012
Seyfullah