İnsanlar çöllerde yaz yağmurlarını nasıl özlemle beklerse, öyle beklemişlerdi kavuşmayı.
Yıllar sonra yapacakları bu buluşma, ikisinin de özlemi, ikisinin de yıllarca biriktirdiği hayaliydi. Ulaşılmayan mesafeler, kırılmışlar biriktirmişlerdi içlerinde. Bu onların seçimi olduğu kadar, kaderlerin de oyunuydu.
Zaten hepimiz kader denen bu şeyin kölesi değil miydik?…
Kaçsak kopamıyor, saklansak kaçamıyorduk. Hiç ummadığımız yerde tanıştığımız birini, hiç ummadığımız başka bir oyunda kaybediyorduk. Bizim anlayamadığımız bir örgünün
içinde, kendimizce oyunlar kuruyor ama sonunda hep kaybediyorduk.
Aslında yaptığımız planlar ne kadar yersizdi. Bırakabilsek zamanı akışına, oynasak oyunu kurallarıyla, belki de hiç çekmeyecektik bu kadar acı.
İnadımızdı bizi yıpratan, acı veren de hırsımız!…
Onlar da bu kader oyununun kurbanlarındandı. Yıllar yıllar önce başlayan aşkları, birisinin uzaklara gitmesiyle askıya alınmış, yeni evlilikler, yeni aşklarla unutulacağına iyice perçinlenmişti. Her sevdada olduğu gibi onun adı, hiç silinmiyordu.
Neden ilkler hiç unutulmazdı ki?… Acemiliğin verdiği bir şey midir onun gizemi, yoksa her şeyin daha taze bir çağda yaşanmasından mı? Neden lise aşkları unutulmaz da diğerleri yaz yağmurları gibi gelip geçerdi?…
Ayrıldığı yıllarda ne çok isterdi, onun siyah gözlerine binip gitmeyi. O zaman ne pasaport gerekirdi ne de bir bilet… Ama yapamadı, o gençlik heyecanıyla böyle bir şeye cesaret edemedi, korktu acemiliğinden, toyluğundan…
“Keşke!” dedi; “geçip, giden onca yılın ardından, küheylan olup, koşabilseydim!…”
Ne çok kullanır olmuştu bu “keşke” kelimesini, mutsuzluktan mı, yaşlılıktan mı, bilemiyordu!…
Geçen yıllar onu her gün biraz daha yıpratıyor, lekeli ellerini daha titrek kılıyordu.
Eliyle sandalyeye dayadığı bastonunu aradı. Devrek işi bastonu, en yakını olmuştu kaç zamandır, dayanağı, dostu, sırdaşı…
“Baston dinler mi dertleri?” diye sormayın. Dilleri olsa da konuşsa, bastonların nasıl konuştuğunu bir duysanız. Her şeyin kulağı, gözü ve düşleri vardır. Bir duyabilsek gönül gözünden; ağaçlar ne diyor, çiçekler hangi şarkıyı söylüyor?…
Umutlarını sırtlanıp yollara düşmek için çok zaman geçmişti ama onunla konuşmak için hiç de geç değildi. Keşke gelse de onu son kez görebilseydi. Kısa bir anda olsa, sesini duyabilseydi. O zaman gözü açık gitmezdi.
“Kim bilir, ne çok değişmiştir?” dedi, kendi kendine. Sonra şapkasını çıkarıp kalan bir kaç tel saçını okşadı; “ah gençlik!…” dedi. “Nerede o siyah dalgalı saçlarım, o mavi parlak gözlerim. Hepsi geldi, geçti…”
Önde kalan birkaç dişini parmaklarıyla elleyip, yumuk ağzıyla hafifçe yutkundu.
Ayrılığın boyunu vuracak, yıllarca süren tutsak hayatına bugün son verip, kaybettiği yılların hesabını soracaktı.
“Vuslat!…” dedi; “ne kadar uzaktır insana. Ne kadar ulaşılmazdır. Kaç kişi gerçek aşkını bulur, kaç kişi karambole yaşar, benim gibi. Kaçımız mutlu yaşıyoruz ya da yaşarmış gibi
yapıyoruz bu hayatta?…”
Deniz fenerinin yakamozu kadar hayaldi mutluluk.
Uzanıp, yakalayamadığımız bir muştuydu.
Özgürlükle, köleliği aynı anda yaşadığı gibi vuslatla, ayrılığı da aynı oranda yaşamıştı.
Yitik düşlerinin gölgesinde, ipek mendille sarmalamıştı olmayacak hayallerini. Düşle, gerçek arasında gidip gelmişti ve bitmeyen bu iç hesaplaşmayı taşımıştı sırtında yıllarca!…
Onu bu aşk, kurdun elmayı kemirdiği gibi kemirmiş, sonunda içi boş, kof bir yürek bırakmıştı. Tabii içiyle beraber dışını da çürütmüş, pembe yanaklarını pörsütmüş, uzun siyah saçlarından eser bırakmamıştı.
Geçen hoyrat yıllar, kalbinde küçük delikler açmış, her gün artan bu küçük delikcikler, kanadıkça kanamıştı…
Sonra elini, ortancalara götürdü, pembe renkli çiçeklerini okşadı, fesleğen kokusu alır gibi burnuna çekti. “Ne güzel çiçekler” dedi “senin sevdiğin çiçekler!…”
Havanın kararmasına az kalmıştı, beklemek onu yormuştu, elini cebine atıp küçük tansiyon haplarından bir tanesini yuttu. “Bu kadar heyecana nasıl dayanabilirim?” diye düşündü. Beklemek onu daha çok yoruyordu.
Kalbi, göğsüne sığmıyor, minik bir serçe hızıyla çarpıyordu.
Neden ona bu kadar vurgundu? Neden yıllar aşkını eritememişti. Eritmeyi bırak, iyice katmerlenmiş, geçen her yıl biraz daha çöreklenmişti. Ne büyük bir tortuydu bu, ne söküp atabiliyor, ne de yok edebiliyordu. Kalbini çürüten de, yaşatan da bu tortuydu…
Yitik düşleri, orkidenin dalları arasına saklanmış, bir kumru gibi, sahibine verilecek bir emanet gibi bekliyordu.
Dokunmadan sevmeyi, uzaklara bakıp özlemeyi, yaylaların kokusuna umutlar ekmeyi ondan iyi kimse bilemezdi!…
Akşam serinliğinin basmasıyla beraber, çay bahçesinin girişinde, ona doğru sallanan bir el gördü. Kısa saçlı, melon şapkalı, mavi tayyörlü bir kadın, yavaş adımlarla yaklaşıyordu: “O!” dedi, “geçen bunca yılın ardından hiç değişmemiş!…”
Bastonunu bırakıp, turnaların kanatlarıyla ona doğru koşarken, Sahra çöllerine yağmurlar yağıyordu çisil çisil!…
Neslihan Minel