4.3 C
İstanbul
24 Kasım 2024, Pazar
spot_img

ÖYKÜNÜN BABASI; SAİT FAİK

“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

41. Tüyap Kitap Fuarı’da geri de kaldı. Bu dokuz günlük süreçte, insanların yazara olan saygısı, yazmaya olan bağlılığı ve okuma tutkusu gözümden kaçmadı. Büyük küçük herkes oradaydı. Yolun uzak olmasına rağmen, insanlar üşenmeden gelmişti. Bu da gelecek için ümitli şeylerdi.

Fuarda yazmak üzerine konuşulup, okumanın değeri anlatılırken, edebiyatın duayen isimleri de ağırlandı. Yalvaç Ural, Gülten Dayıoğlu ve Işık Öğütçü bunlardan bazılarıydı…

Onlarla konuşmak beni eski günlerime geri götürürken, edebiyatın ne kadar da sonsuz bir okyanus olduğunu anlamamı sağlamıştı. Gülten Dayıoğlu çocukluk yıllarımın yazarıydı. Anadolu’nun en ücra köylerine giden kitaplarıyla hala okunan yazarlardandı. Sınıf kitaplığından aldığım: Fadiş, Mo’nun Gizemi, Yeşil Kiraz o yıllardan aklımda kalan kitaplarıydı.

Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerine, El Kızı, Hanımın Çiftliği gibi kitaplarıyla tanıdığımız en büyük öykücülerden biriydi. Ünlü öykücümüz Sabahattin Ali, döneminde sakıncalı piyade olduğu için, Orhan Kemal’le, Sait Faik karşılaştırmaları yapılmıştı.

Sait Faik

Onun öykülerinde anlam bütünlüğü vardı. Eşitlikçi yazıları, toplumları kaynaştırmıştı. Umudu satırlarına ekerek, edebiyatı inanca dönüştürmüştü. Hümanist olmasından dolayı, insanların mutluluğu için bir şeyler yapmaya çalışmıştı.

Yazıya başladığı yıllarda okuyucusu yoktu. Bu yüzden çalışarak insanlara göre kendini geliştirmişti. Kalemiyle bilgelik verip, ümit ekmişti satırlarına. Zaten umut yoksa bir yazı ne işe yarar ki?…

Hayvanları, insanları, doğayı konuşturup, barıştırmıştı. Bütüncül ve samimiydi öyküleri.

İnsanlar onun için eşitti. Rum’u, Çingenesi yoktu. Hayatı ve insanları koşulsuz sevmişti. Osman Cemal Kaygılı’nın Çingeneler kitabına: “Mis gibi roman kokuyor!…” demişti.

Sait Faik okul kitaplarına da girmişti. Çünkü öykülerinde etik değerler ön plandaydı. Alemdağ’da Var Bir Yılan, Havuz Başı, Son Kuşlar, Semaver gibi öykülerini çocuklar çok sevmişti.

Alemdağ’da Var Bir Yılan, estetik ve etik değerlere uygun yenilikçi bir eserdi.

1936’da ilk kitabı “Semaver”i yayımlanan Faik, dikkatleri üzerinde toplamıştı. Çünkü Semaver’le yenilik getirmişti öyküye. Eserlerinde toplumsal bağlantıya önem vermişti. Samimiyet onun için önemliydi. Toplumları ve toplumsal konuları işlemişti. Bu yüzden onun her kesimden okuyucusu vardı. Fakat o bunu yeterli görmeyip, okuyucuya göre kendini geliştirip, yenilemişti.

Onun yazılarında zamansızlık vardı. En önemli unsur vakit değildi. “Sekiz mektup geldi.” der bir yazısında, sayısını verir, fakat tarihini belirtmez. Böyle yazarak zamanı zamansız olarak bırakmış, zamanda bükülme ve yarılma yaratmıştır.

Moupassant ve Çehov öyküsünün, Türk Edebiyatı’ndaki en önemli temsilcilerinden biri olan Sait Faik, çeşitli entelektüel kesimlerin içinde bulunmuş, fakat kahramanlarını toplumun alt kesimlerinden seçmişti. Bunlar doğa olayları, balıklar, deniz ve balıkçılardı…

O yazarken hayvanlara kişilik verir, onlarla arkadaş olurdu. Balıklarla yürür, güneşle kavga ederdi. “Ağaçlar suları yıkadığında, insanlar havladığında” derdi…

Tasvirlerindeki bu samimiyet yazılarını beslemişti. O bu anlamda büyük bir hayalperestti.
Şimdiki tarifiyle gerçeküstücüydü. Başka bir ifadeyle de büyülü gerçekçiliğin temsilcisiydi.

Buna en iyi örnek: ‘Havada Bulut’ adlı öyküsüydü. Kovadaki buluta öyküler yazdı Faik. Daha sonra bu öykünün adı; Havada Bulut, oldu.

Hayalperest dünyasını toplumdan kopmayan eserlerle besledi. Bunu yaparken de röportaj tekniğini çok iyi kullandı. O sanatı toplum için yaptı. Bu anlamda toplumla barışık, halkçı bir yazardı.

Sait Faik, yazarlığın ötesinde, özgür düşünen, kendine has üslubu olan bir kişilikti. Hiçbir akıma ve ideolojiye kapılmadan eserlerini oluşturmaya çalışmıştı.

O yazarken zevk almak için yazardı, içinden geldiği gibi yazardı, para kazanıp ünlü olmak için değil. İnsanlara bilgeliği anlatarak, ümit verirdi öykülerinde.

Bir sözünde: “Edebî eserler, insanı yeni ve mesut, başka iyi ve güzel bir dünyaya götürmeye yardım etmiyorlarsa neye yarar?…” diyerek, amacını açıkça belirtmişti.

Sait Faik bir soruya: “Haksızlıkların olmadığı bir dünya. İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya. Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin bol bol bulunmadığı. Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya. Ben bayrakları değil insanları seviyorum!…” diye cevap vermişti.

Sevgi üzerine konuşurken: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” diyen Sait Faik, ne kadar büyük bir filozof olduğunu göstermişti.

“İçimde bir şey beni zorladı, onun için yazıyorum.” der başka bir sözünde. Bu sözüyle Çehov’a benzer. Onun anlatımı da Çehov gibi küt diye başlar, küt diye biter.

Yazın dünyasını içinde yaşatır Faik. Sadece kuru kuru bakmaz hayata, seyretmez, zamanın içinde yaşar, dokunur güzelliklere. Yazılarını duyarak, söyleyerek yazar, anlatarak değil. Yaşama dokunur elleri. Kolunun uzantısı gibidir kalemleri. Kalbindeki boşluğu yazıyla doldurur. O dile bodoslama girer. Kalemini kırmadan, korkmadan yazar. Onun kökü bedenindedir, dışarıda değil. Zembereği kırılmış saat gibi çalışır kafası. Satırlarına farklı anlamlar katmayı tercih eder dil zenginliğiyle. Ağlamak yerine, ‘yüzü ıpıslaktı’ ifadesini kullanır. Onu büyük yapan da bu zengin dildir.

O zamanın içinde yüzer, çevreyi inceler, onun için sadece seyirlik değildir dünya. Teehhül etmek, sevmek ve paylaşmaktır. Sevdikçe çoğalır insan tezini savunur.

“Aşkın bir kanadı vardır kırmızıdır, delinir, kan akar. Bir kanadı var, zehir yeşili…” diyecek kadar da şair ruhludur. Bu anlamda kendine has fikirleri olan, dil zengini, ustası olmayan, kendine özgü bir yazardır.

O da diğer sanatçılar gibi çok çalışmış fakat yıldızı geç parlamıştır. Yaşadığı dönemde değeri anlaşılamamıştır. Baba parasıyla geçindiği için ezik kalmıştır.

Fransa’ya gidince okumak yerine bohem bir hayat sürmüştür. Bu yüzden babasına göre tutunamayanlardandır. Bu sebepten olacak, dergiden para kazandığı zaman bunu babasına sevinerek söyletmiştir. İlk parasını kazandı, diye müjdeletmiştir.

Üniversite mezunu olmamasına rağmen, Sokrat’ı, Stendhal’ı, Mayakovski’yi, Freud’u çok iyi bilirdi, çünkü sürekli okurdu.

Edebiyat eğitimi almamasına rağmen; o yazmayı tercih etmişti. Bu da onu öykünün babası yapmıştı.

1939 yılında babasının ölümünden sonra, diğer birçok sanatçı ve yazar gibi maddi sıkıntı içine düşmüş ve yazmaya ara vermişti. Bu tür olaylar her sanatçının başına gelen şeylerdi. Maddi sıkıntılar, bunalımlar, yargılanmalar ve yazmaya küsmek…

Fakat yazmak ne büyük tutkudur ki, onun peşini hiç bırakmamıştı. Nerede olursa olsun yazmıştı. Karalayacak bir şeyler buluvermişti. Çünkü yazmak genlerine işlemişti.

11 Mayıs 1954’de Burgazada’daki evinde sirozdan ölene dek sürmüştü bu yazma serüveni.

Ölümünden sonra Burgazada’daki evi: “Sait Faik Müzesi” haline getirilmişti.

Bu büyük yazar eserlerini Darüşşafaka Derneği’ne bırakarak, ne kadar büyük bir insan olduğunu bir kez daha göstermişti…

Annesinin çabalarıyla ölümünden bir yıl sonra verilmeye başlanan öykü ödülü: “Sait Faik Hikâye Armağanı” ona ayrı bir değer katmıştı.

Mario Levi onun için: “İngilizce yazsaydı Nobel alırdı!…” demişti.

Nobel alamasa da 1953 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Mark Twain Cemiyeti, çağdaş edebiyata katkılardan dolayı, onur üyeliğine layık bulmuştu.

18 Kasım 1906’da doğan büyük üstat, Sait Faik’i balıkçıların ifadesiyle: “Ne büyük adammış!…” diye saygıyla anıyorum!…

Neslihan Minel

Facebook Yorumları

Diğer Yazıları

Bizi Takip Edin

232BeğenenlerBeğen
114TakipçilerTakip Et
349TakipçilerTakip Et
2,330AboneAbone Ol
- Reklam -

En Son Eklenenler