Kırmızı bir motor kullanıyordum. İkiçeşmelikten çıkarken gelip bir otobüs yandan sürtüverdi. Motor pazar yerine uçtu, ben kaldırıma. Kaskım karpuz gibi ikiye yarıldı. Üstüm başım yırtıldı. Kalkıp baktım. Motorun motor denilecek hali kalmamış. Tamirle falan adam olacak gibi görünmüyordu. Eskiciler alıp götürsün diye olduğu yerde bıraktım. Üstelik daha yeni almıştım. İlk taksitini ödememe on üç gün kalmıştı. Yokuşu çıkıp bankanın yanındaki çardaklı kahveye oturdum. Kimse üstüme başıma perişanlığıma bakmıyordu. Kafamdan ince bir kan sızıyordu. Onu bile görmüyorlardı. Başımdan sızan kanı gömleğimin koluna sildim. Ben oturduktan sonra masanın öteki yanına sigara sıskası bir kadın oturdu. Pazar günleri onu hep burada hep görürüm. Müdavimlerinden… Çöpten topladığı eski ayakkabı ve giysileri kaldırıma serip satar. Sattığını gördüm ama alanı hiç görmedim. Hatta başını çevirip o eskilere bakan bile yoktu. Sanki beni bekliyormuş gibi oturur oturmaz anlatmaya başladı.
Eskileri satmak benim geçim kapım değil diyor. Bahaneyle burada takılıyorum. Gelip geçene bakıyorum. Eve kapanıp kalmaktan kurtuluyorum. Kocamdan emekli maaşım var. Albaydı rahmetli… Nur içinde yatsın. Sonra da “sigaran var mı?”, diye sordu. Göğsümde gömlek cebi aradım. Hâlbuki üstümde kolları paramparça olmuş yeşil bir kazak vardı. (Rüya bu işte. Gömlek kazak oluveriyor) Bulamadığımı görünce, başka birine yöneldi. Yakın masaların birinden adamın biri ona çıkarıp bir sigara verdi. Hatta çakmağı ile kibarca da yaktı. Geri döner dönmez kaldığı yerden anlatmaya devam etti. Oysa ben “ne bu halin?”, diye sormasını bekliyordum. Oğlu Amerika’daymış. Kızının nerde olduğunu ise bilmiyormuş. Ama kızının kocası fabrikatör, Karun kadar zengin biriymiş. Kadına sigara veren adam bana göz kırparak bırak anlatsın, atıyor gibi bir işaret yaptı. Hiç soru sormadım. Konuşsun diye cesaret verecek, destekleyecek sözler de söylemedim. Oğlum Kenedi ile birlikte çalışıyor. Onun sağ koluymuş. Çok güvenirmiş bizimkine. Malını, canını hatta namusunu ona emanet edermiş. Kenedi öleli çok oldu falan diyesim geldi. Lafı ağzımdan kaçırmadan zorlu bir fren yaptım. Söylediğim çay gelmedi. Kadın da sağanak sağanak anlatmaya devam edince sıkıldım. Kaldırımda kocaman bir poşet uçuyordu. Masadan fırladığım gibi hemen sapından tuttum. Ayaklarım birden yerden kesildi. Nikâh salonunun önüne kadar sürüklendim. Büyük binanın önünde rüzgar girdap yapıyordu. Biraz alçalınca atlayıp çiçekliğin içine düştüm.
Yok bilinç altıymış, torbaymış, atılıp birikirmiş falan filan. Palavra bunlar. Rüyalar birkaç saniye sürermiş. Ben dizi film gibi rüyalar görürüm. Gece tuvalete kalkıp yarım kalan rüyaya geri döndüğümü bıraktığım yerden bağlayıp devam ettiğimi bilirim. Hiç gitmediğim yerlere, girmediğim mekânlara girmişliğim vardır. Bir tek kuzey kutba yolum düşmedi. Bir de Çin’e… İnsan rüyasında uyuduğunu bilemez. Ama bazen bu bir rüya, gerçek değil ki diye düşündüğü oluyor. Saatler yerinden fırlıyor, takvimler savrulup gidiyor. En az yirmi, otuz yaş geriye düşüyorum. Nasıl anlatayım bilemiyorum. Ben tahtadan bir kanepede oturuyorum. O da gelip yanıma oturuyor. Sonra omzunu omzuma dayıyor. Öyle sessizce oturuyoruz. Kokusunu duyuyorum ve sıcaklığını hissediyorum. Üzerinde yaza uygun tiril tiril bir pamuklu var. Kalkıp bir çay getiriyor. Elindeki tastan iki şeker alıyorum. Elimin az ilerisinde İki olgun meyve, yağmur kokuyor. Çayı bırakıp saçlarına dokunuyorum, zülüflerinde dolaşıyor parmaklarım. Önce utanıyor, sonra da elime uzanıp kendine çekiyor. Göğsüne koyuyor. Parmaklarımın uçunda yavru bir kuş çırpınıyor. Heyecanlanıyorum. Nabzım hiç olmadığı kadar hızlanıyor. Aklım çoktan balataları yaktı zaten. Uyanıyorum. Rüyaların yola nereden çıkıp nereye gideceğini kim bilebilir ki? Ayıpmış, edepsiz, utanmazmış. O her zaman bildiğini okur. Hiç bitmesin istediğimiz rüyalar her zaman en kısasıdır. Elma şekerini bir kez yalamanıza göz yumar ama meyveyi dişletmez.
Bütün eklemlerim ağrıyor, kaslarım dövülmüşçesine yorgun ve üstüne üstlük ateşimde vardı. İlaçlarımı içip uzanıyorum. Önüme bir kağıt veriyorlardı rüyamda. Oradaki kutucuklara hep iki, dört, sekiz, on altı yazmamı istiyorlardı. Yazıyordum ama hiç bitmiyordu. On, yüz, bin kez yazıyordum ama hep aynı rüyadan bir türlü yakamı kurtaramıyordum. Kan ter içinde uyanıyorum. Ve yeniden dalar gibi olduğumda bu kez portakal soyup dilimlerine ayırıp bir tabağa, kabukları başka bir tabağa koyuyordum. Tabak dolar dolmaz yeni bir portakal, yeni bir tabak veriyorlardı. On kez, yüz ve hatta bin kez… Sayısız ve sonsuz tekrar ediyordum. Uyanıncaya kadar.
Kış ortasında günlük güneşlik bir hava. Ağaçlar çırılçıplak. Kış olduğunu oradan biliyorum. Sıcaklık kırk derece civarında. Deniz kıyısında bir yere gitmişim. Gördüğüm tüm sahillerin kolajından oluşmuş bir resim. Her taraf tanıdık, her taraf yabancı. Tenha bir yer arıyorum. Limanı çevreleyen beton duvarın üzerine oturuyorum. Su pırıl pırıl, cam gibi berrak. İki metreye yakın derinlikteki limanın dibinde midyeler görünüyor. Yosunlar, küçük kerevitler, lapinalar, kefal yavruları, denizkestaneleri ve anemonlar. Duvarın üzerinden kendimi suya bırakıyorum. Dibe iner inmez bir paslı boya kutusu görüyorum. Dışarı çıkarıp atmak istiyorum. Liman temiz kalsın, bir atık çıkarayım istiyorum. Tenekeyi yerinden kaldırmak mümkün değil. Zorluyorum ama olmuyor. Suyun üzerine çıkıp nefesleniyorum. Yeniden dalıyorum. Bu defa tenekeyi kaldırıp yüzeye çıkabiliyorum. Kenarına tutunup kutuyu beton duvara koyuyorum. Sonra da kendimi sudan çekip betona tırmanıyorum. Nasılsa kutuya kolum çarpıyor. Kutu taş döşenmiş yola yuvarlanıyor. Birden kapağı açılıyor. Yüzlerce altın sikke yola yayılıyor. Ben yetişinceye kadar adamın biri altın buldum, diye bağırıyor. Onu denizden ben çıkardım diyorum. Ama kimse aldırmıyor. Polis geliyor adamı ve kutuyu alıp karakola götürüyor. Az buz değil Teneke kutu en az beş kiloluk. Kutu dolusu altın sikkeden bir tanesini bile alamıyorum. Hay böyle şansın diyorum, anasını avradını… Uyanıyorum. Yaşasın, hepsi rüyaymış. Yaşasın, diyorum. Uyandığım için seviniyorum.
Not: Isparança; doğada kendiliğinden yetişen kuşkonmazın yöresel adı.
Nisan 2023
Seyfullah