“Yeryüzündeki yaşamın, aniden çıkabilecek bir nükleer savaş, genetiği değiştirilmiş bir virüs gibi felaketler ve giderek artan başka tehlikelerle yok olma tehdidiyle karşı karşıya olduğuna inanıyorum. İnsanoğlunun uzaya gitmediği sürece bir geleceği olduğunu sanmıyorum. Bu yüzden, insanların uzaya ilgi duymasını teşvik etmek istiyorum.”
“Geri dönülmez noktanın çok yakınındayız. Trump’ın bu adımı bu noktayı aşmamızı sağlayabilir.
Bu durumda dünyaya önleyebileceğimiz bir zarar vermiş oluruz ve doğal yaşamı hem kendimiz hem de çocuklarımız için tehlikeye atarız”
Stephen William Hawking
Ünlü İngiliz evren bilimci ve fizik profesörü Stephen Hawking 76 yaşında hayatını kaybetti.
Bu büyük dahinin ölümü bütün dünyada yankı uyandırdı, özellikle de bilim dünyasında.
İnsanlığın geleceğine dair tahmin ve görüşleriyle sık sık adından söz ettiren Stephen Hawking, Albert Einstein’den sonra en büyük dahi olarak kabul ediliyordu.
Kendisini elektrikli sandalyeye bağlayan hastalığına rağmen, hayatını kaybettiği 76 yaşına kadar evrim bilimi, uzayla ilgili çalışmaları ve kitaplarıyla milyonlarca insanı aydınlatmıştı.
Fizikçi, evren bilimci, astrofizikçi ve teorisyen, Stephen William Hawking’ın hayatını anlatan The Theory of Everything (Her Şeyin Teorisi) filmini bundan yıllar önce izlemiş ve eşinin sabrına hayran kalmıştım.
Üniversite yıllarında tanışan çift, Stephen William Hawking’nın hastalığına rağmen evlenmişti. Onun cesareti ve evliliği yürütme azmine şaşırmış bir o kadar da gıpte etmiştim.
Her şeyi bile bile kabullenip, bu benim tercihim, benim kararım deyip seçiminin arkasında durabilmek. Bunu ancak Jane Hawking gibi güçlü bir kadın yapabilirdi.
Sonrasında arda ard gelen hastalıklar ve artan sorumluluklar. Her çocuk ayrı bir sorumluluktu ve bu yükü tek başına taşımak zorunda olan kişiyse Jane’ydi.
Çocukları tek başına büyütebilmek ayrı bir ustalıktı. Bu arada Hawking’ın bakımı da Jane’e düşüyordu.
Filmin her karesinde duygulandım. Bu kadar zeki birinin yakalandığı hastalığa rağmen direnmekten vazgeçmeyip, hayata tutunabilmesi beni çok şaşırttı. Özellikle alanında yaptığı yeniliklerin büyüklüğüne hayran kaldım. O halde üniversitede derslere girmesi ve bilim alanında çalışmalar da bulunup ödüller alması, bu büyük bir azmin zaferiydi.
Onu ayakta tutan sandalyesi ve yanağının dokunuşuyla düşüncelerini kelimelere çeviren özel makinasıyla iletişime geçiyor ve hayata tutunuyordu. Bu sayede kuantım fiziğine çok büyük katkılar da bulunmuştu.
Bu olay insanlardan umudun kesilmemesi gerektiğinin en büyük kanıtıydı. Özellikle de engellilerin küçümsendiği, okullara gönderilmediği toplumlara örnek olacak bir filmdi onun hayatı.
Daha önce izlediğim Bu Benim Dünyam’da aynı güzellikte yapılmış başka bir baş yapıttı. Her Çocuk Özeldir, Mucize, Cennetin Rengi gibi filmler de engellilere toplumun bakış açısını anlatan filmlerdi.
Bu filmler insanların elinden tutulduğu zaman hayata katılıp, üretken bireyler olabileceklerini gösteriyordu bize.
Ve ‘Akıl Oyunları’ defalarca izlediğim, izledikçe hayran kaldığım başka bir baş yapıttı. Nobel ödüllü Amerikalı matematikçi John Nash’in hayat hikâyesini anlatan, yönetmenliğini Ron Howard’ın yaptığı biyografik dram. Burada bir matematik dahisinin hayatı ve Nobel’e uzanan mücadele süreci anlatılıyordu.
Akıl Oyunları iki önemli dalda kazandığı Oscar ödülüyle başarısını kanıtlamıştı.
John Nash, çevresinde yadırganan bu dahi kişi, eşinin desteğiyle ayakta kalmıştı. Başarısını ve mutluluğunu eşinin sabrına borçluydu. Güçlü karekter Alicia Nash büyük bir özveriyle eşinin arkasında durup, zor anlarında ona destek olarak hastalığını unutturmuştu.
Ailenin ve arkadaşların önemi ortaya çıkıyordu burada.
İnsanın en önemli değeri ailesiydi. En zor anında yanında olan dostlarıydı. Sorunları azaltan, insanı hayata bağlayan, yaşama sevinci veren onlardı.
Bu insanlar iyi günlerimizde yanımızda olduğu kadar, kötü günlerimizde de yanımızdaydı. Gerçek dostlardı bunlar.
Ve sevginin gücü…
Buna en iyi örnek; Norterdam’ın Kamburundaki Esmerada’nın çirkin birine aşkıydı.
Sevginin görünüşle, güzellikle alakalı bir şey olmadığını anlatan
başka bir öykü de Moses Mendelssohn’un öyküsüydü:
“Moses Mendelssohn çirkin bir adamdı sevdiği kız Frumtje ise çok güzel bir kızdı. Ona evlenme teklif ettiği zaman kabul etmedi. Moses Mendelssohn bunun üzerine; “Kadere inanır mısınız?” dedi ve ona bir hikâye anlattı. “Biliyor musun, annem erkek çocuğu olacağını anladığı zaman dua etmiş. “Eğer evleneceği kızda sakatlık olacaksa oğluma gelsin. Çünkü sakat bir kadın, sakat bir erkekten daha kötü, çekilmez olur” demiş.
Kadere inanan Frumtje bu hikâyeyi dinledikten sonra bütün çirkinliğiyle kabul etmiş ve onun eşi olmuş.”
Kimine göre saçmalık, kimine göre kader, kimine göre tesadüf olsa da hiç ummadığınız bir anda karşınıza çıkan aşklardı onlar; ‘Yüzyılın Aşkları.’
John Nash ve Stephen William Hawking’in eşleri, iyi ki tanıdım, iyi ki hayatıma girdin denilecek cinsten eşlerdi. Bu büyük kadınlar eşlerini yükseltti, hayatlarına şekil verdi, bütün başarılarını onlar koordine etti.
Buradan kadının liderliğinin, akılcılığının, anaç rolünün önemi ortaya çıkıyor.
Ve sevgi, her şeyin sonsuz kaynağı…
İnsanın her türlü zorluğu karşı durmasını sağlayan, zamanın dik yokuşunda hız veren, inişler de fren görevi yapan sevgi.
Evlilikleri ayakta tutan, zorluklara karşı direnme gücü veren…
Varoluş savaşımızda hayatımıza ışık tutan…
Hiç ummadığımız anda bir dost eliyle canlanan, yaşadığımız sürece kalbimizden çıkmayacak olan… Ölüm anında duyacağımız son ses…
Ve her acıdan sonra yeşeren, her mutluluktan sonra tekrar canlanan, yaşadığımız sürece kalbimizi dinç tutup, ayaklarımızı yerden kesen, varolma mücadelemizde bize yaşama sevinci aşılayan tek şey de; Sevginin Gücü’ydü.
Neslihan Minel