Pamukkale resimlerde hala eski güzelliğinde görünüyor ama kazın ayağı öyle değil. Artık termal sular bütün travertenleri beyaz tutmaya yetmiyor. Gerçek nedenini bilmiyorum. Ama belki de sadece on kilometre kare içinde onlarca termal otel var. Bu suların sondaj ile çıkarıldığı da bir sır değil. Devlet baba bir taraftan Unesko Kültürel Doğal Mirası kabul edilen bu doğa parçasını korurken, öteki eliyle turizm gelişsin, ticaret olsun, para dönsün diye sondaja izin veriyor. Karahayıt Köyünde Kırmızı Su kaplıcasında da benzer bir durum vardı. Suyun kaynağına bir metal boru çakmışlar. Uydurma havuzlar ve düzenlemelerle etrafını Pazar yerine çevirmişler. Suyun doğal kaynağı ve oluşumundan en ufak bir iz bile bırakmamışlardı. Para kazandırmayan doğal güzelliği ne yapacaksın? İlla etinden sütünden yününden, derisinden ve kemiğinden yararlanmak lazım…
Hierapolis ile Pamukkale eşi benzeri bulunmayan muhteşem bir eser. Birbirini tamamlayan, birbirini var eden güzellikler bütünü… Eğer giderseniz travertenlerin kıyısında bir banka oturun. İstersen beyaz çanaklardan aşağıya doğru ovaya veya uzak dağlara bakın. Travertenlerden antik kente doğru bir açıyla da oturabilirsiniz. Ben tarih ve arkeoloji konusunda donanımlı biri değilim. Ama insanların iki bin yıl önce bizden daha iyi bir kent planladıklarını ve kurduklarını görmek beni şaşırtıyor. Kanalizasyon ve içme suyu şebekelerinin o zamanki mühendislik bilgisiyle bu günkünden bile daha iyi olduğunu görmek de öyle. Sokaklar, bulvarlar, dükkânlar ve kamu binaları… Hani bilgi akışkandı, hani ülkelerin sınırlarını tanımazdı, insanlığın ortak malıydı. Hiçbir şey öğrenmemişiz işte. Bilgi kuşaklar boyu akıp gelememiş. Antik kentler ve müzeler bende hep bu etkiyi yapmıştır.
Hierapolis’in içinde üç ana odadan oluşan güzel bir müze var. Müzede mezarlar, heykeller, gözyaşı şişeleri ve günlük kullanılan gereçler sergileniyor. Ne yok? Hemen hemen hiç para yok. Biraz bronz ve bakır sikke, üç beş gümüş sikke, ve sayısı onu bile bulmayan altın sikke. Tuhaf hiç para kullanmadan yaşayıp gitmişler diyeceğim ama aklıma ayıp olacak. Bir de heykellerin ya kafası koparılmış veya yüzleri parçalanmış. Mezar lahitleri de bundan nasibini almış. Bir sanatçının aylarca üzerinde çalıştığı eşsiz bir heykeli iki bin yıl sonra bir dangalak çıkıp birkaç dakikada yok etmiş. O da kendince haklı elbette. İnsan sureti, put sayılır. Dinen caizdir yani. Bir de başları koparılan heykeller var. Bunlar putları yok etmek için değil satmak için yapmışlardır herhalde. Çünkü heykelin tamamı çok büyük ve ağır…
Oraya vurduk Hamam, buraya vardık Akropol, az gittik Apollion Tapınağı, uz gittik antik kentin sokakları… Yorulduk biraz. En gencimizin yaşı altmış olmuş. Atladık arabalarımıza otele dönüp kendimizi termal havuza attık. Rahmetli Arşimet yaşasaydı eğer, üstat diyecektim; sıcak suyun kaldırma kuvveti mi daha çok yoksa soğuk suyun mu?
Demirci Eğitim seksen iki mezunları kırk iki yıllık arkadaşlarımdır. Ne yerler, ne içerler, neyin kafasını yaşıyorlar? Hala çözebilmiş değilim. Örneğin ben seksen üç mezunuyum. İçimizde seksen beş hatta seksen yedi yılında mezun olanlar bile var.
Ertesi sabah daha büyük ve kapsamlı bir projeyle uyandık. Bu gün Afrodisias’a gideceğiz. Bir küçük otobüs çağırdık. Kendimizi tam olarak saymayı beceremediğimiz için arabaya üç kişi sığmadı. Üç kişi taburede oturarak yola devam edecek. Bunlar kim? Ya geç kalanlar ya da arkadaşlarına güzellik yapacak kadar fedakâr olanlar.
Afrodisias kenti Hierapolis kentinden çok daha eski ve köklü bir yerleşim yeri. Kuruluşu Milattan Önce Beş bin yılına kadar gidiyor. Aydın ili, Karacasu ilçesi, Geyre Mahallesi sınırları içinde yer alan Aphrodisias Antik Kenti, Menderes (Meander) Irmağı’nın bir kolu olan Dandalaz (Morsynus) Çayı’nın oluşturduğu bereketli vadide, denizden yaklaşık 600 metre yükseklikte bir plato üzerinde yer almaktadır.
Kentin giriş kapısında bizi kediler ve köpekler karşıladı. Son yıllarda herkes çantasında kedi ve köpek maması taşımaya başladığı için hayvanlar topluluk görünce hemen hücum ediyorlar. Bacaklarınıza, ayaklarınıza sürtünmeye başlıyorlar. Böyle bir hazırlığımız olmadığı için hayvanların açlığına çare olmaya beceremedik. Kahvaltıdan kalan birkaç parça simit, poğaça ve kurabiye ile idare etmek zorunda kaldılar. Bu antik kentin bir özelliği kedi ve köpekleri, diğeri ise burada otuz sene çalışma yapan Arkeolog Kenan ERİM’dir. Anıtsal Tören Kapısı’nın güney tarafındaki mezarında; Kendi deyimiyle “sevgilisinin koynunda” yatmaktadır.
Antik kentin girişinde ziyaretçileri boş mezar lahitleri karşılıyor. Lanet için oyulmuş Medusa Başları uykulu gözlerle üç bin yıl öncesinden size bakıyorlar. Lahitler görkemliyse ünlü ve zengin birine ait, değilse daha alt sosyal gruptakilere… Boş mezar bulsam girerim. Yeter ki beleş olsun diyenler bu bölümü gezmesinler. Çünkü yüzlerce boş lahit var. Antik kentte hala kazı çalışmaları sürüyor. Müzesi deprem güvenliği olmadığı için kapalıydı. Gezemedik. Ama kentin sokakları, heykelleri, ve kalıntılarını bile gezmek nereden bakarsanız yarım gününüzü alır. Bu zamanlamayı baka baka geçip gitmek olarak öngörüyorum. Benim gibi bir fani için tarihi anlamak ne mümkün?
Kentin beni en çok etkileyen yapıları Apollyon Tapınağı, Senato Binası, Tiyatrosu, Hipodrom ve Heykel okulu kalıntıları oldu. Günümüzde hala ayakta kalmış sütunların arasında yürürken beş bin yıl öncesinin ılık bir kış gününde onlarla birlikte olduğumu hissettim. Hipodrum çok büyük ve görkemli bir yapı. Bu yapıya bakarken gerçekten burasının günümüz kentleri kadar büyük olduğunu anlıyorsunuz. Tapındığın giriş kapısında durdum. Bir şarkıdan aklıma ilişmiş şu sözleri söyledim. “Oturmuş gökyüzünde konuşuyor krallar. Kopmuştu biraz önce fırtınalar Kızlar köşede, başında yıldırımlar, Sus, konuşuyor krallar, Sus, sus sus konuşuyor krallar,”
Afrodisias kenti pek ziyaret edilen bir antik yerleşim değilmiş. Bu durum en azıdan kedi ve köpekleri için kötü. Çünkü popüler turistim yerlere giden güzergah üzerinde değilmiş. Hak ettiğinden çok az ilgi görüyor olması çok üzücü. Bak bu aramızda kalsın. Ana yoldan antik kente dönerken koskocaman bir mezarlık var. Asfaltın kıyısından antik kente doğru yayılmış. Mezarlık tamamen Antep Fıstığı ağaçları ile gölgelenmiş. Bu ülkede bundan başka böyle ikinci bir mezarlık daha kesinlikle yoktur.
Şubat 2024 İzmir
Seyfullah