“Sicko” yönetmenliğini Michael Moore’un yaptığı, oyuncularını Amerika’nın çeşitli insanlarının oluşturduğu birçok kesimden hastanın hayatını irdeleyen farklı bir film. (Sick’in kelime anlamı hastadır. Bu nedenle bu isim seçilmiştir.)
2007 ABD yapımı filmde soysal sınıflar ve parasızlık anlatıldığı kadar sağlık sisteminin aksaklıkları da eleştiriliyor.
Her belgeselde olduğu gibi bunda da bilgileneceksiniz. Fakat bu diğerlerinden farklı olarak biraz acıklı olacak. Sağlık sisteminin çöküşünü anlattığı kadar kapitalizmin dişlilerinin ne kadar acımasız olduğunu da anlatıyor.
79 yaşında çalışmak zorunda kalan yaşlı bir adamla başlayan belgesel, solunum sıkıntısı çeken adamın yaşadığı sorunlarla devam ediyor. Her karakter Amerika’daki sistemin aksaklıklarını anlattığı kadar, sigorta şirketlerinin yanlı taraflarını da ortaya koyuyor. İlaç parası ödememek için yaptıklarını, sorunları çözmek yerine kaçmayı tercih etmelerini…
Genelde bütün şirketler, para koparmanın yollarını ararken, nasıl işi ucuza kapatırız ya da ameliyat gerektirmiyor gibi raporlarla sumen altı ederizin derdindeydi.
Bekleterek hastayı ölüme terk etmek, ameliyatı ötelemek ya da hastalığı yok soymak. Başka bir yolda geçmişinde araştırma yaparak, hastalık belirtilerini bulmak ve poliçeyi iptal etmek.
Filme canlılık katan şeylerden biri de Fransa ile İngiltere arasında geçişler olması ve iki sistemin karşılaştırılmasıydı. Bu yapılırken sağlık sektörü irdelendiği kadar doktorların çalışma saatleri ve maddi imkânları da irdeleniyordu. Ülke ülke değişiklik gösteren yaşam standartları buna paralel olarak değişmekteydi. İyi yaşam şartlarına sahip olan doktorların baktığı hastalar daha çabuk iyileşiyordu.
Son bölümde Küba’ya giden grubun sağlıktan ücretsiz olarak faydalanması ve sosyalist devletin ilkesi olan eşitlik ilkesinden faydalanarak ilaçlarını temin edebilmesi anlatılıyordu.
Film birçok konuyu farklı bakış açısıyla anlatmakla beraber, ülkenin gelir durumunu, insanlara verdiği değeri, sosyal devlet olma ilkelerini de gözler önüne seriyordu. Bu anlamda değerli bir çalışma olmasıyla beraber, korona günlerinde ülkelerin yaşadığı çöküşü de gözler önüne seriyordu.
Tanklara, silahlara para bulan ülkelerinin maske bulamamaları gibi…
İnsanın en büyük değeri olan sağlık, ülkeler tarafından korunamamıştı. O kadar büyük rakamlarla silah alan ülkeler, maske almaktan yoksun kalmış, halkını sokaklarda ölmeye mahkûm bırakmıştı. Öyle ki sokaklar cesetlerle dolmuştu. Bu ne kadar hastalık demekse de bir kadar da o ülkenin utancıydı.
Korona günlerinde bolca film izlerken bir o kadar da düşünme şansına eriştim. O kadar düşündüm ki ülkeler arasındaki muhakeme gücüm gelişmekle beraber, ben büyüğüm, ben güçlüyüm diyen ülkelerin sağlık alanında ne kadar yetersiz olduğunu gördüm. Ve kapitalizmin acımasız dişlilerinin insan onurunu nasıl da ayaklar altına aldığını utanarak izledim.
Yaşadığımız bu tecrübeden sonra umarım her şey düzelir. Düşünerek geçirdiğimiz uzun saatlerden sonra insanlık yeni bir oluşum için harekete geçer, bunu yaparken de; “Bütün çirkef ve kalleşliğine rağmen, dünya insanoğlunun yaşayabileceği tek ve en güzel mekândır“ sözünü de unutmaz.
Neslihan Minel