Sisli bir sonbahar günü. Yürüyorum sarı yaprakların öbeklendiği kaldırımda. Düşüncelerim sonbaharda ve geçmişin izlerinde… Her sonbaharda olduğu gibi hissettiğim… Sararmış bir yaprak, kızıl bir ağaç gölgesi, sisli ve puslu bir hava, toprak kokusunu getiren rüzgar… Bunların hepsi ve birçok neden daha var sonbaharı sevmeme neden olan. Ben kendimi iyi hissettiğim bir mevsimdeyim. Tek ihtiyacım olan yalnızlık, onu da zor buluyorum bu sıralar. Hayat karmakarışık, tıpkı şu ayağımın altındaki yapraklar gibi. Bir günü bir yaprak farzedersek, kimisi solmuş, kimisi kararmış, kimisi renklere bürünmüş, kimisi capcanlı, kimisi de daha taze kopmuş dalından ne hissettiği belirsiz… Hayat da böyle değilmidir işte?
Yürüyorum. Aklımda düşünceler, kovmak istiyorum başımdan. Ne geçmişe dair ne şimdi ne de geleceğe… Sadece sonbaharı düşünmek istiyorum, bir ormanda olmak, yaprakların nasıl toprağa tane tane düştüğünü görmek ve koklamak nemli toprağın kokusunu. Oturup bir banka sonbaharı seyretmek. Sadece seyretmek değil, yazmak da lazım renklerini. Görüntü, ses, duygu… Hepsi birarada. İşte bu zamanlarda birşeyler karalayamadığıma yanıyorum, sanki ödevimi yapmamışım gibi. Hayat öyle tuttu ki kolumdan, o çekiştirdikçe ben daralıyorum zamansızlığın içinde. Bir de bakıyorum gözlerim kapanıveriyor erken saatlerin birinde, rüyalar bile karanlık artık.
Birazdan karşı kaldırıma geçmem gerek, her yer yol, her yer araba. Nasıl bir candır ki bu yolun karşısına geçerken bile ölümden korkan? Hey gidi hayat? Şuracıktan şuraya geçeceğim, durmayan saygısız araçlardan tırsıyor kalbim. Bir adım, bir adım daha ve işte güvendeyim. Biraz daha yürüyünce açıyorum marketin kapısını. Öyle daldım ki sonbahar havasına, ne alacağımı unuttum. Bir kilo un, yağ, birkaç gofret ve yoğurt, bütün alışverişim bu. Kasa kuyruğunda iki kişi var, bekliyorum. Kasiyer, güzel gözlü bir kız, yaşı daha yirmi olmalı, hızlı hızlı çalışıyor elleri. Yüzünde ciddi bir ifade. Müşterisi gidince bir de bakıyorum ki sırada küçük bir kız, elinde hüptürülen yoğurtlardan var. Küt kesilmiş saçları çok kirli, pantolonundaki yırtıktan bacağı görünüyor. Yüzünde güzel bir tebessümle yoğurdu veriyor kasiyer kıza. Kasiyer kız okuturken makinesine yoğurdu, küçük kız paranın hazır olduğunu gösterircesine uzatıyor bir lirasını. Kasiyer kız bir lirayı eline alarak şöyle diyor: “Bu para çok az, bana bir lira yirmibeş kuruş daha vermen lazım.” Küçük kız gözlerini kasiyere kocaman dikiyor, ne dediğini anlamadığı belli. Düşüncelerinde biranönce yoğurdu alıp gitmek, hatta yolda dayanamayıp bir tanesini açıp hemen hüptürmek var. Bu düşünce suskunluğunda orta yaşta kısa boylu bir adam geliyor, babası olmalı: “Ne kadar vereceğim?” soruyor. Kasiyer “bir lira, yirmi beş kuruş daha” dese de adam cüzdanında bir lira bulup uzatıyor. Kasiyer “yirmibeş kuruş” daha diye tekrarlıyor. Kızına bakıyor, cüzdanına bakıyor yok. Küçük kız elinde hüptirik yoğurtları ile endişeli bekliyor babasını. O bakış ki, yüreğimi oracıkta yaralıyor, çıkarıp ben vericem yirmibeş kuruş. Tam uzatacağım parmaklarımın arasındaki yirmibeş kuruşu, baba ceplerini karıştırıp yirmibeş kuruş buluyor ve kasiyere veriyor. Küçük kızın bakışlarındaki endişe kaybolup yerine mutluluk ışıltısı doluyor. Bir eli hüptirikleri sıkı sıkıya tutarken diğer eli babasının kocaman ellerini tutuyor. Bu sıkı dokunuşta teşekkür olduğunu düşünüyorum.
Marketten çıkıyorum, hava alacakaranlık, akşam vakti gelmiş. Sis daha da çökmüş sokaklara. Yapraklar hışırdıyor ayağımın altında, toprağın kokusunu içime çekiyorum. Yüreğimde bir boşluk var, aklım küçük kızda. Acımak değildi hissettiğim, aynı duyguyu yaşamak ve paylaşmaktı onunla. Küçük mutlulukların peşinde bir çocuk kalbinin nasıl parasızlığın çaresizliğinde kaldığının duygusuydu. Yüreğimdeki boşluğu haykırmak istiyorum, akşamın alacakarnığına: “Neden hayat, yeterince adil değilsin!”
Yürüyorum. Suskunum. Hangi kızıl ağacın altından geçsem geçmişin gölgeleri peşimde. Ne mutlu bana sonbaharı yine yaşamak, bir yıl daha yaşlanırken!
Nevriye Gürel
Kasım 2013