Globalleşen dünyada dijital dönüşüm kaçılmaz oldu.
Dünya gündemini takip etmez, değişen teknolojiye uyum sağlayamazsanız, rakiplerinizin gerisinde kalırsınız. Bu bütün sektörler için geçerli bir olgudur.
Dijit, nano teknoloji, inovasyon gibi kavramların, gelecek kuşakların merkezinde olması gereken bir dünyada yaşıyoruz. Geleceğin ideal meslekleri elektronik, makina ve bilgisayar üzerine gelişiyor. Artık bunlardan sadece birini bilmek de yeterli değil. Hepsinin temel kavramlarını anlayıp, birbiriyle bağdaştırmak gerekiyor. Mekatronik bu anlamda, geleceğin öncü mesleklerinden biri olarak gözüküyor.
Ben de teknolojiyi daha yakından tanımak ve yenilikleri görmek amacıyla tasarım bienaline gittim. Tasarım; yeni bir şeyler yapmak olduğu kadar, eskilerden de en iyi şekilde yararlanmaktı.
Bienaller, bu anlamda sizi sorgulatan ve çözümler üreten etkinliklerdi. Okul merkezli eğitim yapıyor ama sınırlar koymuyordu. Tasarım ve öğrenme amaçlı yapılan bu çalışmalarda, üretken bireyler yetiştirmek, çözümcü buluşlar yapmak önemliydi. Çocuklar için yapılan öğrenme atölyeleriyle, amaca ulaşılmaya çalışılıyordu. Ezbercilikten uzak, yenilikçi, çözüm merkezli, açık, anlaşılır çalışmalardı bunlar.
Bu konuyu daha iyi anlamak ve İstanbul Tasarım Bienali’ni gezmek için ilk önce Pera Müzesi’ne gittim. Burası çeşitli sergilere mekân olduğu kadar, bu tarz yeniliklere de mekân oluyordu.
5. kattaki salonda, yeni arayışlar, tüketimin önlenmesi, geri dönüşüm gibi kavramlar üzerine yapılan çalışmalar sergileniyordu. Onları saatlerce inceledim. Yaratıcılığı teşvik etmek amacıyla yapılan çalışmaları, geçen yılda ziyaret etmiştim. Kendi masalarımızı, eşyalarımızı, binalarımızı yapmaya teşvik eden çalışmalar vardı.
Tek düze yapılan binaların, mantar gibi büyüdüğü şehirlerde, renkli binalar ortaya çıksa ne güzel olurdu. Bienalde gördüğümüz şeyleri yapabilirsek, ne kadar çok bina ve kullanılacak eşya çıkardı kim bilir?
Bu salonda gördüğüm yenilikler bana Viyana’da gördüğüm Hundertwasser Evi’ni hatırlattı. Viyana’nın mimari açıdan en ilginç yapılarından biri olan ev, gökkuşağı gibiydi, rengârenk boyanmıştı. Her binanın şekli farklıydı. İnsanlar burada resim çektirmek için birbiriyle yarışıyordu.
Ve Roma sokaklarında gördüğüm binaların renkliliği ve güzelliği…
Her meydanda farklı güzellikte heykeller, sokaklarda bütün hünerini sergileyen pandominci ve resim yapan kadınlar vardı. Onlar da şehre ayrı bir güzellik katıyordu.
Ve icatlar… İhtiyaçtan dolayı ortaya çıkan icatların çoğu hiç ummadığımız insanlar tarafından bulunuyordu. Elbise askısı, vilada, papas vs… Kadınlar tarafından bulunan, başlangıçta gereksiz gibi görünen, sonradan ne kadar gerekliymiş, diye düşündüğümüz icatlardı.
Pera’da bu ve bunun gibi birçok şey gördüm. Özellikle yaratıcığa açık olan insanlar değişik çalışmalar yapmıştı. Bizim atık dediğimiz, bazen farkında bile olmadan ezip gittiğimiz malzemeleri farklı yerlerde değerlendirmişlerdi.
Geçen yıl, insanın ruh halini okuyan cihazlar da vardı. Sizin yüz hatlarınızdan, sinirli, mutlu olduğuna dair yorumlar yapıyordu.
Sonra eski tanrılardan esinlenerek yapılan heykeller vardı. Kırmızı renkli maddeden yapılan heykeller, bebeklerin karakterleriyle bağdaştırılmıştı. Onlarla ilgili aklımda kalanlar şunlardı;
Hermes, yedi ailenin varisi, dünyadaki en güçlü soylardan birine sahipti. Kutsal mekânı saray ve servetti. Sembolü kanatlardı. Athena, el becerisi yüksek, kendini geliştirmek isteyen karakterdi. Zeytin ağacı, baykuş sembolüydü. Bana en yakın karakter buydu. Borea’nın kanında yaşlılık ve hastalık yoktu. Sembolü, mabet ağacı yaprağıydı. Aphrodite, güzelliğin sembolüydü. En ünlüsü, en güzeliydi. Sembolü tavuskuşu, orkideydi. Yeryüzünde ona benzemek isteyen ne çok insan vardı.
Üst salondaki bütün sergileri gezdikten sonra Osman Hamdi Bey’in eserlerinin sergilendiği alt salona geçtim. Resimlerin, minyatürlerin olduğu salon, beni aldı eski İstanbul’a geri götürdü. Özellikle de; “Kaplumbağa Terbiyecisi” insanların masal anlattığı, karşılığında da yemek istemek için kaplarını uzattığı günleri hatırlattı. Kaplumbağa terbiyecisi de sırtındaki tasla, bunu yapan insanlardan biriydi. Osman Hamdi Bey başarılı bir gözlemci olduğu için bunu resmine yansıtmıştır.
Modern Türk resim sanatının ilklerinden olan Osman Hamdi Bey, 1842’de İstanbul’da dünyaya gelmiştir. 1860 yılında Paris Güzel Sanatlar Okulu’na kayıt olmuş, Jean Leon Gerome ve Gustave Boulanger’den ders almıştır. Sanatçı, Uluslararası Paris Sergisi’ne üç eseriyle katılmıştır.
“Kaplumbağa Terbiyecisi” adlı tablosuyla ünlenen Osman Hamdi Bey’in, Osmanlı dönemindeki İstanbul yaşamına ait çok sayıda eseri vardır. Viyana’daki Dorotheum Sanat Galerisi’nde müzayede çıkan “İstanbul Hanımefendisi” isimli eseri 1,5 milyon Euro’ya satılmıştır. 1910’da hayatını kaybeden Osman Hamdi Bey, Kadıköy’ün ilk belediye başkanı olarak da görev yapmıştır.
Pera Müzesi’ni kendi haline bırakıp, Endüstri zirvesine gittim. Kobiler için endüstri paneline birçok katılımcı gelmişti. İletişim, yazılım, medya, otomasyon, elektronik, makine gibi birçok sektörden girişimci vardı.
Panelde, konuklar bilgilendirilirken, robotların tanıtımı da yapıldı. Stantları gezerken çalışkan insanlarla karşılaştım. Yeniliğe açık olan bu insanlar, ürünlerini sergilerken; ‘nereden nereye geldik’ diye de düşündürüyordu.
Gelişen teknolojiyle beraber, kapıların bilgisayarlar tarafından açıldığı, eşyaların robotlar tarafından üretildiği bir çağa ulaşmıştık.
Buradaki robotları görünce aklıma küçükken izlediğimiz filmler geldi. Yıldız Savaşları, The Matrix, Transformers vs…
Ve pazar sabahı izlediğimiz Voltran. Voltran, Evrenin Savunucusu, diye geçerdi ismi. Beş adet mekanik, aslan robot ve beş tane bunları komuta eden pilottan, oluşuyordu savaşçı.
“Bacakları ve ayakları oluşturun. Kolları ve gövdeyi oluşturun ve ben de başını oluşturacağım! Voltran! Voltran! Voltran!” sesleri yükseliyordu. Her savaşçının ayrı bir yeteneği vardı. Bunlar tek başına savaştığı gibi birleşip güçlü bir robot haline de geliyorlardı. İşte o zaman Voltran oluşuyordu.
Voltran, diyen çocukların sesleri kulağımda çınladı. Hepimiz bu beş robotu severdik, en çok da Keith’i. Çünkü siyah aslandı. Yani en güçlü beyin. Hepimiz o, olmak isterdik. O dönemde, oyunlarımız bile izlediğimiz filmlerden oluşuyordu. Kahramanların isimleri, birbirimize taktığımız isimleri etkiliyordu… He Man kadar güçlü, She Ra kadar güzel vs…
Zaten oyun, çocuğun gelişimindeki en önemli faktördür. Arkadaşlar arasındaki rolleri, konuşmaları, paylaşım ve kardeşlik duygusunu besleyen en önemli unsurlardır. Çocuk iletişim kavramını oyunla öğrenir.
Çocuğun oyundaki rolü, liderlik durumu, seçtiği meslek, geleceği hakkında ipuçları verir.
Sonra Eva… Duygusal bir robot filmi. Yönetmenliğini; Kike Maíllo, senaryosunu; Sergi Belbel, Aintza Serra, Martí Roca, Cristina Clemente, yapımcılığını; Raymond Hakim, Robert Hakim’in üstlendiği Fransız, İspanyol yapımı film. Biraz durgun, biraz duygusal biraz da robot teknolojisi çılgınlığını anlatan insancıl bir film.
Robot kız Eva’nın etrafında gelişen olaylar, aslında basit bir robot olayı gibi gözükse de, Matrix gibi içinde derin felsefeler barındırıyordu.
Acaba onların da ruhu olacak mı? diye düşündürüyordu insanı. Sahibine sadakati, hayvan sevgisi, çocuk sevgisi vs… Bu anlamda film bana Amelia’yı anımsattı. O da Fransız yapımı sevgi dolu, samimi bir filmdi.
Robot olarak tasarlanan Eva, sahibi tarafından benimseniyor, kendi kızı gibi bakılıyordu. Öyle ki annesi onun robot olduğunu bile unutmuştu. Ta ki bir gün pili bitene kadar. İşte o an saldırganlaşan Eva, sahibinin ölümüne sebep oluyordu.
Aynı şekilde robot olarak tasarlanan başka bir çocukta, sahibiyle girdiği tartışmada onu öldürmeye çalışıyor ama başaramıyordu. Bu olay yazılım hatası olarak değerlendiriliyordu. Ani çıkışlar, bağırmalar ve cinayete teşebbüs.
Bu filmden sonra çok düşündüm. Acaba insanlar bir gün yaptıkları robotların esiri mi olacaktı? Evreni robotlar mı istila edecekti? Ve onlarla insanlar arasında, duygusal bir bağ oluşacak mıydı? İnsanlar, çocukları gibi köpekleri gibi iletişim kurabilecek miydi?
İnsanlığı, duyguyu, düşünceyi ve geleceği sorgulatan derin bir filmdi Eva.
Stantları gezerken gördüğüm Yumi, Eva gibi duygusal değildi ama sevimli bir robottu. Kendine verilen komutları yerine getiriyordu. Kalemi alıyor, üzerine isminizi yazıyor, sonra da kutusuna koyup size uzatıyordu. Yumi, yorulmadan, hastalanmadan, çay molası istemeden, yirmi dört saat çalışabiliyordu. Ve kaç kişinin yapacağı işi, tek bir vücutla, yorulmadan yapabiliyordu.
Sanal bir ortamda kimsenin göremediği Yumi’yi boşlukta görebiliyorsunuz. Bunu sağlayansa size taktıkları gözlüktü.
Mekatronik mühendisi çocukların katkılarıyla yapılan tanıtım başarıya ulaşmıştı. İnsanlar yeni çıkan şeyleri merak edip, robotların etrafında dönüyorlardı. Teknolojinin ne kadar geliştiğinin en büyük örneğiydi bu.
Zaten gerçek çağdaşlık, aydınlık buydu, yeni bir şeyler üretmek. İlime açık olup kendini geliştirmek. Avrupa’dan başkalarının eskilerini getirmek ya da onların bulduğu şeyleri kopyala, yapıştırla kendimize maal etmek değil!
Burada gördüğüm gençleri enerjisi, sabrı, işlerine hâkimiyeti ve insanlara bir şeyler anlatmaya çalışması, beni çok memnun etti. Hepsi de geleceğe ışık tutan başarılı ve değerli insanlardı.
Onların heyecanını paylaşmak bana mutluluk verdi.
İleride bir gün, yüzyıllar sonra, robotlar insanlığa hükmeder mi bilmem ama gelecek günlerin, teknolojinin dünyası olacağı kesin!
Neslihan Minel