Çocukken güneşli bahar günlerinde bazen kuzenlerle çimenlere yatar, beyaz bulutları seyrederdik. Rüzgarın sert estiği zamanlarda ne güzel olurdu beyaz bulutları seyretmek. Mavi gökyüzünde parça parça uçan pamuk bulutların farklı şekillerini inceler ne olduklarını birbirimize heyecanla bağırırdık: “Bak bu bir balık, şuradaki dinozora benziyor!”, “Aaaa, zıplayan tavşan!” Bazen de tamamen hayal gücümüzün eseri korkunç canavarlara benzetirdik. Ağzını kocaman açmış, beyaz dev canavarlar… Fakat korkmazdık onlardan, çünkü yaramaz köy rüzgarının oyunu olduğunu bilirdik, bir de gökyüzünde bizden çok uzaktaydılar. Hele de bir ağacın yanında uzanmışsak rüzgarın savurduğu dallar ve yeşil yaprakları sinema perdesi gibi açılır kapanırdı. Bütün bulut karakterleri bu yeşil perdenin arkasından çıkıverirdi. Siz bir ağacın altına yatıp dallardaki yaprakların rüzgarda nasıl dans ettiğini seyredip, hışırtılarının bir senfoni gibi müzik çıkarttığını dinlediniz mi?
Uzun vakitlerimizi alan bu gökyüzü televizyonu, anneannemin bizi yemeğe çağırmasıyla son bulurdu. “Hadi uşaklar, sofraya gelin.” Haykırışına cevap vermezsek : “ Uuuuuu, Zehra, Nevriye, Rayme!” seslenişi ikinci ve kesin uyarı niteliğindeydi. Bahçeli evin patikasından avlu çeşmesine yürürken aldığımız mis gibi yemek kokusu bizi daha çok acıktırırdı. Ellerimizi yıkadıktan sonra yuvarlak yer sofrasına oturmak ayrı bir keyifti. Küçücük mutlulukları ve saf hikayelerimizi paylaştığımız sofraydı. Hele de ekmeğimizi bandıra bandıra yediğimiz yemeklerin tadı hala damağımda. Dumanı üstünde anneannemin sütlü böreğini tepsiden kopara kopara yemek çok lezzetli olurdu.
Yemek bittikten sonra, bahçe avlusundaki çeşmede yağlı ellerimizi anneannemin beyaz kalıp sabunu ile yıkar, doğru sokağa fırlardık. Köyün yaramaz rüzgarıyla yarışmak çok güzel olurdu. Küçük yokuşlu patika yolun tepesine çıkar, kollarımızı iki yana açarak aşağı doğru var gücüyle koşardık. Koşarken de ağzımızı açıp bağırırdık. Yüzümüze çarpan rüzgar yanaklarımızı alnımızı kıpkırmızı yapardı. Ellerimizin avuçları üşür, soğuktan kaşınırdı ama aldırmazdık. Saçlarımız karışır, pabuçlarımız toz duman olurdu. Öyle yorulurduk ki kendimizi yine ağaç altındaki çimenlerin üzerine atar, bulutları seyretmeye devam ederdik. Bu halde su içmek yasaktı ama kuruyan dilimizi, toz yapışmış boğazımızı ıslamak gerekirdi. Avludaki çeşmeye gidip su içmek istediğimizde, bahçede toprakla uğraşan anneannem başını kaldırır: “Terliyken su içmeyin bre uşaklar!” diye bağırsa da onu dinlemezdik. Buz gibi suyu kana kana içer, yine de hasta olmazdık.
Köyün rüzgarlı günleri bir başka güzel olurdu. Baharda yeni yeşillenen meyve ağaçlarının dalları bir oraya bir buraya savrulurken pembe bahar çiçekleri etrafa uçuşurdu. Bahçedeki sümbülleri, laleleri, çiğdemleri sallayan rüzgar, çiçeklerin güzel kokularını parfüm gibi havaya yayardı. Rüzgardan korkan arılar çıkmazdı o zaman, kırlangıçlar da evlerin saçaklarında toprak yuvalarından kafalarını çıkarıp beklerlerdi.
Köyümüzün rüzgarı öyle yaramazdı ki kah evlerin kiremitlerini kah hayvan damının çatısını sökerdi. Kapanmayan demir kapıları sert bir şekilde açar kapatır, birisi geldi zannederdik. Anneannemin sabun kokulu çamaşırlarını birbine dolaştırır dururdu. Komşunun istiflediği samanları devirir, havaya uçurur, saman taneciklerini adeta dans ettirirdi. Bazen bahçeye girer taze soğanları toprağa yatırır, çiçekleri kırardı. Pencere kenarındaki saksıları düşürürken sanki kıkır kıkır gülerdi. Evin arka bahçesindeki ulu kiraz ağacına bağlanmış salıncağı bir oraya bir buraya savurunca anneannem salıncağı ağaca bağlamak zorunda kalırdı. Rüzgardan korkan ince ayaklı tavuklar, tüylerini kabartıp kuytu köşelere tünerdi, koca horozun kümesin içinden öttüğünü hatırlarım.
Köyümüzün bu yaramaz rüzgarını tüm yaptıklarına rağmen ben çok severdim. Saçlarımı karıştırmasını, çocuk bedenimi üşütmesini, koşarken yüzümü kızartmasını, avuçlarımda onu hissetmek çok güzeldi. Bahçedeki çiçek kokularını, taze yeşilin ve toprağın kokusunu içimize doldururdu. En sevdiğim ise anneannemin odun fırınında pişirdiği, üzerini çörek otuyla süslediği sıcak ekmeğin kokusuydu. Anneannem pişen ekmekten birer parça koparır, üzerine biraz tuz eker bize dağıtırdı. Kokusu tüm köye yayılan sıcak ekmeği böyle yerken çok lezzetli gelirdi. Biz bahçede oturmuş taze ekmeklerimizi ısırırken, bilirdim ki yaramaz köy rüzgarı, anneannemin açık bıraktığı fırının demir kapağından çabucak içeri girer, ateşi karıştırır, sonra da hızlıca bacadan çıkardı. Etrafa o zaman, yanan odunun kokusu yayılırdı.
Köyümün yaramaz rüzgarının bizim çocuk yüzlerimizi neden kızarttığını şimdi daha iyi anlıyorum. O bizi sarılıp öpermiş ve dermiş ki: “Size güzel anılar bırakacağım, öyle ki beni hiç görmeyecek ve sizin gibi kovalayamayacak çocuklarınıza beni anlatmanız için!”
Uzun yıllar sonra bugün karşılaştım bizim köy rüzgarıyla. Çam ağacının dallarını savururken kozalaklarını patır patır yere düşürünce anladım onun geldiğini. Çocuğumla birlikte, yeşil çimen üzerinde değil, yatağın bir köşesinde; ağaç altında değil pencereden, rüzgarın beyaz bulutları nasıl ittiğini ve bulutları nasıl şekilden şekle soktuğunu seyrederken, çocukluğumdaki yaramaz rüzgarı anlattım. Tıpkı rüzgarın bize söylemek istediği gibi.
Nevriye Gürel