Özellikle altı yıl birlikte acılarımızı sevinçlerimizi paylaştığımız Belçika Limburglu madencilerimizin şahsında tüm dünya madencilerin bu özel gününü onlardan bir öyküyle kutluyorum.
SİZE ÇİÇEKLER GETİRECEĞİM
Çalar saatin uzun uzun zırlamasından sonra Nuri üstündeki yorganı ayaklarıyla itti. Bir süre öyle kaldı. Oda dayanılmaz nem kokuyordu.
” Bir an önce kalkmalısın, tuvaletlerin önünde sıra beklemek istemiyorum. ” dedi kendi kendine.
Tuvaletlerin önü yine doluydu. ” Ne kadar erken kalksam yine sırada bekliyorum. Bu ahıra, bu kadar insanı tıkarsanız…” duvara yaslandı, kestirmeye başladı.
” Gene akşamdan kalmasın.”
Rokko’ydu kendisine takılan.
” Kalmadığımız gün mü var ki?”
” Akşamüstü Maastricht’e gidelim, ayılırsın.”
” Paralar senden olduktan sonra niye olmasın!”
…
Bu gevezelik Nuri’yi kendine getirir gibi oldu.
Kütahya Gediz’dendi Nuri. 1970 depreminin ardından gelmişti buralara. Kimi kimsesi var mıydı, kimse bilmezdi. Türkiye’ye birkaç yılda bir giderdi. Ağabeyinden annesinden söz ederdi; ama gerçek mi, öz mü oldukları karışırdı çoğu kez.
Kendi deyimiyle bir baltaya sap olamamışlardandı. 14 yıldır kömür işçisiydi. 8-10 yıl iyi çalışmıştı. Sonra bıkmıştı. Bir yolunu bulup emekli olmak istemişti, olamamıştı. Birkaç yıldır da hastalıklarla boğuşuyordu. Bir gün bel ağrısı, bir gün ciğerler, bir gün siyatik… Haftanın üç günü çalışırsa geri kalan günlerde de doktor doktor gezerdi. Tek dileği malulen emekli olmaktı.
” Sağlamlar bile becerdi bunu da; bir biz beceremedik.” Nerede emeklilikten söz edilse hep bunları söylerdi .
Aslında biliyordu emekli olamamasının nedenini. Daha sağlamken çürük raporu almak istemişti. Anlaştığı bir doktora yüklüce para vermişti; ama emeklilik bürosu emekliliğini uygun görmemiş, daha üst makamlara havale etmişti işlemlerini.
Hastalandıktan sonra da ona hep sahteci gözüyle bakmışlardı. Artık çalışamıyordu; iş bürosu kolay işler öneriyordu; ama o, madenden de ayrılmak istemiyordu. Madenin parası çoktu. Üstelik yıpranmaya bağlı erken emeklilik olanağı vardı.
Kolay değildi yerin bin metre derinliklerinde toz içinde kazma kürek sallamak. Bu yüzden kollardı arkadaşları. Otur soluklan derlerdi.
” Karışmayın. ” derdi, ” Yapabildiğim kadar yaparım ben.”
” Yahu Nuri, çoluk yok, çocuk yok. ölüp gideceksin. şart mı madende çalışmak.” dediklerinde;
” Yoo!” derdi, “İnadım inat! Ben de Kütahyalı Nuri’ysem, bu madenden emekli olacağım.”
Kaç yıldır bu işçi barınağında kaldığını unutmuştu. Bir ara çarşı içinde Cemal’in kahvesinin üstünden bir oda tutmuş, orada kalmayı denemişti; ama yapamamıştı. Soğuktu, gürültülüydü; üstelik küf kokuyordu. Burası kalabalıktı kalabalık olmasına; ama sıcaktı. Hem daha temiz sayılırdı.
Lavabodan mutfağa geçti. Ocaklardan birinin üstüne çaydanlığı koydu. Bir iki bardak çay sıkı bir kahvaltı, güne başlarken vazgeçmediği şeylerdendi.
Çaydanlık kaynarken bir köşeye çekildi. Bir sigara yaktı. O ana kadar selam bile vermeyen Konyalı Hacı Hasan, hışımla döndü:
“Be Müslüman! İçmişsin, leş gibi kokuyorsun. Hadi Allah’a havale ettik. Sabah sabah bu dumanı savurmanın alemi ne ?”
Nuri gülümsedi.
” Efkârdan be Hacı, efkârdan.”
” Allah bir size vermiş derdi, tasayı. Biraz şükredin halinize.”
Hacı’nın zılgıtlarına karşılık vermeyi aklından bile geçirmiyordu. Çünkü, biraz üstüne gitse on gün kendisiyle konuşmayacağını biliyordu:
” Hacı, bu sabah misafirim ol!”
Hacı, bu dostluk çağrısına yanıt vermedi.
” Bak, Bakkal Muzaffer’den çok güzel pastırma aldım. Sana pastırmalı yumurta da yaparım.”
Hacı pastırmalı yumurta lâfını duyunca sesini yumuşatarak:
” Yahu kardeşim, hem kendinize, hem kesenize yazık, üstelik Allah indinde…”
” Hacı… Pastırmalı yumurta…” dedi Nuri.
Hacı başını kaşıdı, sakallarını sıvazladı:
” Pastırmalı yumurtaya varım. Ama benim misafirim olacaksın.”
Nuri, Hacı’nın neden kendisini misafir etmek istediğini gayet iyi biliyordu.
” Tamam, dedi, ben şimdi iki dakikada duş alır, sonra da pastırmalı yumurtayı pişirip sana gelirim.”
Nuri’nin odası karmakarışıktı; masasının üstü de akşamdan kalmaydı. Hacı, böyle bir yere adımını bile atmaz; üstelik altı ay da konuşmazdı.
“Konuşmazsa konuşmasın!” diyenlerden değildi Nuri. Birinin kendisine selam vermeden geçmesinden rahatsız olurdu. Kim olursa olsun, ister Türk, ister Yunan, Flaman, Marok, İtalyan… hiç kimsenin kendisine kırgın olmasını istemezdi.
“Kendi yüküm, bana yetiyor, bir de başkasının gönül yükünü çekemem.” der, savuştururdu küçük sataşmaları.
Kahvaltılarını bitirdiklerinde vakit bir hayli ilerlemişti. Kahvaltı boyunca Hacı, Konya’ da aldığı daireleri, iki kızını ilahilerle kocaya verişini, buğdayı ofise kaça sattığını…” anlatmıştı.
Nuri hiç konuşmamıştı. Yalnız kahvaltı masasından kalkarken:
” Yahu Hacı, bunca mal mülk var. Kızları da evlendirmişsin. Bizim gibi ipsiz sapsız biri de değilsin. Ne işin var buralarda? ” demekten kendini alamadı.
Kafası iyi olsa Hacı’nın vereceği yanıtın ” Karı dırdırından kaçıyorum, karı dırdırından!” diyeceğini biliyordu. Ama bu kez başka bir yanıt aldı:
” Buraya gelip de kopabilen mi var?” dedi Hacı ve güldü.
Üstelemedi. “Anlaşılan Hacı, yine bir sarışın buldu.” diye geçirdi içinden. Ama aklı grevdeydi. Bu yüzden konuyu açmak istemedi:
” Masayı sen toplarsın ben kahvelere kadar gideceğim. Grev ne alemde bakacağım.” dedi
Hacı şaşırdı.
” Yahu, delirdin mi sen? Hem hastasın, çalışamıyorsun. Hem madenler kapanmasın diye grev yapacaksın.”
Nuri:
“Emekli hakkı kazanmadan madenler kapanırsa ne yapacağım Hacı? Kütahyalı Nuri’ye köpekler bile güler buralarda.” diyerek kapıya yöneldi.
Hacı:
” Hadi, git öyleyse, bana da anlatırsın.” dedi.
Nuri, kapının arkasındaki bisikletini aldı. Avluyu geçmemişti ki bir durup üç yağan yağmur birden şiddetlendi. İçeri girip yağmurluğunu alması gerekiyordu.
Yağmurluğunu alıp çıkacaktı ki odasının karışıklığından rahatsız oldu. Ranzasına oturdu. İçinde bir sıkıntı vardı. Canı ne kahvelere gitmek ne de etrafı toplamak istiyordu. Ama odanın kokusu genzini yakıyordu.
” Akşamları ayı inine girer gibi giriyorsun. Biraz kendine gel, artık.” dedi ve masayı toplamaya başladı.
Bütün işçi odaları gibi küçücüktü Nuri’nin odası. Köşede bir ranza, karşısında küçük bir masa ve bir elbise dolabı… Bir de küçük bir buzdolabı almıştı geçen yıl; ama odaya zor sığdırmıştı.
Yatağı düzeltirken kaç gündür tavandan sarkan örümcekleri anımsadı. Odayı iyice temizlemesi gerektiğini düşündü.
Ranzayı ortaya çekti. Belki iki belki üç yıl önce ta köşeye yerleştirdiği küçük valizi gördü. “Şimdi sırası mı?” diye mırıldandı.
Hacı’nın: ” Yahu, küçük kız ben düğün isterim diye tutturur…” sözü geçti aklından. Eğildi valizi aldı, özenle açtı.
” Gel bakalım…”
Bu söz bir gizin dillendirilmesinden çok bir isyanın sönmeyen korunu ateşler gibiydi. Yüreği yine göğüs kafesini parçalarcasına atıyordu.
Küçük bir çantayı aldı. Bir süre elinde tuttu. Açmaktan korkar gibiydi. Anılar kanayacak, canı yanacaktı. Acıların düdenlerinde kıvranacaktı yüreği.
” Ah, keşke kanasa! İçime üğünen, şorlayıp aksa.”
“Yaptığını görüyor musun Hacı? Sabah sabah acıları uyandırmaya ne gerek vardı.”
Sözcükler, sözler fırtına gibi geçiyordu içinden. Fermuarı açmaya yeltendi. Titredi elleri. Gözyaşları yüzünden süzülüp bağrının kılları arasında kaybolup gidiyordu.
” Şimdi sen de on sekizinde olacaktın Hatçe Kız. Bak başka Hatçeler evleniyor. Sen hep iki yaşında kaldın. Büyümedin…
Valizinin bir köşesine özenle yerleştirdiği minder halı parçasına uzandı eli. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu artık.
“Ah Sare, kara gözlüm! Bir anda nasıl da yitirdim sizi. Keşke ben de o an sizin yanınızda olsaydım. Ya birlikte ölsek ya da kurtulsaydık o felaket gecesinde.”
Kimselerin duymadığı, duysa da anlayamayacağı sesi boğuk boğuktu.
O gece, Hatçe iyice huysuzlanmıştı. Sare, Hatçe’yi uyutayım derken kendisi derin bir uykuya dalmıştı.
Sare, evin içinde sigara içmesine hiç izin vermezdi. Hele sigarayı yanlışlıkla Hatçe’nin yakınlarında yakacak olsa tek nefes çekmeden söndürtürdü.
Her zamanki gibi avluya çıkmış; sigarasından bir iki nefes çektiği an yer kaymıştı altından tutunacak bir şeyler aramış bulamamıştı.
Yine iki eliyle kulaklarını bastırıp gözlerini sımsıkı yumdu. Ne zaman o anlar aklına gelse bu istem dışı hareketi yapardı. Sanırdı ki gecenin karanlığını parçalayan çığlıkları, havlamaları, melemeleri duymayacak, alevleri görmeyecek.
Her ilmeğinde Sare’yi gördüğü halıyı dizlerinin üstüne serdi. Üstüne de Hatçe’nin fotoğrafını koydu. Sare’nin halılara, kilimlere attığı her düğüm boğazında, vurduğu her kirkit yüreğine yumruktu sanki.
Fotoğrafa bir daha baktı. Şaşırdı. Hatçe büyümüştü sanki. On sekizinde bir genç kız…Tıpkı Sare… Beyaz tenli, uzun kirpikli, kara kaşlı, kara gözlü…
Arkasına yaslandı. Gözleri sımsıkı kapalıydı hâlâ.
“Hayır hayır, büyüttüm ben seni, hayallerimde büyüttüm. Okullara gönderdim başka çocuklarla, karneler aldırdım sana da. Genç kız oluşunu, oğlanların sana bakışını gördüm.”
“Ne düğünler yapardım, bilsen sana.”
Son cümleyi öyle yüksek sesle söylemişti ki irkildi.
Umarsızlıkların, hayatı akışına bıraktırdığı biriydi o. Avuntular sığınaklarıydı.
Valizi yerine koyup ranzayı itti. Akşamdan kalan yarım şişeyi gördü. Uzandı, şişeyi aldı, gülümsedi. Tam ağzına götürecekken, vazgeçti.
Yerinden kalkıp çöplerin arasına bıraktı usulca:
Belki öncekilerden farksız, belki daha kararlı tısladı.
“Ölmeyeceğim. Kimse beni uçağın kıçında götüremeyecek memlekete. Emekli olacağım ve her gün size çiçekler getireceğim.”
Yağmurluğunu giydi, dışarı çıktı, yağmur olanca şiddetiyle yağmaya devam ediyordu.
Hamdi Topçuoğlu
( Eisden, 1989 )
Facebook Yorumları