Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Necip Fazıl Kısakürek
Biten fuarların ardından hatırlanacak güzel anılarla, okunması gereken güzel kitaplar kaldı elimde…
Gördükçe nasıl bitecek bu kitaplar deyip hayıflanarak çaresiz çaresiz bakarken bir de baktım bitivermiş elimdeki “İstanbul’da Yaşama Sanatı.”
Doç. Dr. Haluk Dursun’un Timaş Yayınları’ndan çıkan İstanbul’da Yaşama Sanatı, 319 sayfa.
Acaba nasıl biter diye endişeyle elime aldığım kitabı beş saatlik bir sürede bitiriverdim.
Kitabın her bölümü hem anlatım hem de içerik olarak çok güzel işlenmişti. İstanbul’da yaşayıp da İstanbul’u tanımayanlar için kılavuz niteliğinde bir kitaptı.
İstanbul’un her köşesi ayrı ayrı anlatılmış, bu yapılırken tarihi güzelliklerinden, yemek kültürüne, mantarından, yoğurduna kadar daha birçok şeye değinilmişti.
Üsküdar’ın Sütkuzu Elbasan tavası, Rumeli’nin ıspanaklı böreği, Laleli’deki Hasanpaşa fırınının pidesi, Beykoz’nun Tolon paçacısı, Süleymaniye’nin kuru fasulyecisi, Sarıyer’in Sarıyer börekçisi, Eminönü’nün sakız sardunyası, Beylerbeyi’nin Trabzon hurması…
Çengelköy’ün salatalığı, Kanlıca’nın mantarı, labada ve ebegümeci, Kavak’ın inciri, böğürtleni, Bebek’in badem ezmesi, Sütlüce’nin lüferi, Kanlıca’nın yoğurdu, torik ve palamudu, Tuzla’nın bamyası, Yedikule’nin langa marulu, Eyüp’ün kaymağı, Çengelköy’ün hıyarı ve Çekmece’nin domatesine kadar birçok şey vardı kitapta.
Kitabı okudukça hiç tanımadığım eski İstanbul’u daha yakından tanımış oldum. Artık sokaktan geçerken daha bir dikkatle bakıyorum eski evlere, bahçelere, mimozalara, manolyalara ve yol kenarında gördüğüm erguvanlara…
Bu hafta sonu kitabın tesirinden kurtulamamışken çıkıp keşfedeyim bu yerleri dedim ve düştüm yollara…
Gezimdeki ilk durağım Çengelköy’dü…
Yalıların suya değen ayaklarını, martıların sabaha uyanan çığlıklarını, kedilerin mahur bakışlarını, yeni açılmaya başlayan cafelerin sabah hazırlıklarını izleyerek Çengelköy’e kadar yürüdüm.
Sokakların tenhalığını, eski İstanbul’un köy havasını, bozulmamış şehrin esrarını soluyarak Çınaraltı’na geldim.
Çınaraltı, her zamanki heybetiyle sabah serinliğini selamlıyordu. Balıkçı teknesi vardı iskeleye bağlanmış, ardından birkaç kişi geldi kahvaltı yapmak için.
Martılar tepemde uçuşarak atılan yiyecek kırıntılarını almak için denizin üstüne iniyor, parçalarını aldıktan sonra tekrar semaya süzülüp, kanatlarıyla özgürlüğü götürüyorlardı uzak diyarlara…
Buradaki yaşlı ağacı görünce Çınaraltı sohbetleri geldi aklıma, edebiyat kokan sohbetler. Edip Cansever, Salah Birsel, Necip Fazıl…
Sait Faik geldi sonra balıkçı kahvesine oturmuş Havuz Başı ile Son Kuşlar’la bizim insanımızı bize anlatan.
Edebiyat kervanı anlata anlata bitmez ki ne şairlere, ne yazarlara ilham kaynağı olmuştu koca İstanbul…
Dalgalar vurdukça sular yüzüme geliyor, bahar havası üşümeye başlıyorum artık kalkma vakti 9.25’de Emirgan vapuru var.
Martıları izlemenin sevinciyle oturduğum sandalyeden kalkıyorum ve iskeleye doğru yürüyorum…
Vapurda sabah mahmuru insanlar var. Kimi gezmeye çıkmış benim gibi kimi de işe yetişmenin telaşı içinde.
Bebek sahilinde inip yürüyorum, sahil dolmadan balıkçılarla. Onlar olduğu zaman, fotoğraf çekmek, kaldırımda yürümek zor oluyor. Korkuyorum ellerindeki oltaların saçıma takılmasından, atlayarak, sıçrayarak geçiyorum yanlarından.
Bebek sahilinde sadece iki balıkçı var kısmetini bekleyen, bakıyorum kovaları boş.
Burada oturup karşı sahili izliyorum denizin mavisini ve martıları…
Dünyanın neresine gitsem bulamıyorum böyle yeri. En fazla bir hafta sonra sıkılıyorum yabancı mekânlardan.
Ara sokaklara dalıyorum, sabahın esintisinden kaçarak, eski ahşap evleri, bakımlı yalıları izleyerek. Kimi sardunyalarla süslemiş pencereleri, kimi kuklalarla, kimi satılık yazısıyla… Kimiyse terk etmiş, unutmuş evini…
En çok bu sokakları seviyorum dar, uzun, umutsuz yokuşları. Birbirinden kopuk evleri, evlerin arasındaki ayrık yaşamları…
Süleymaniye’nin arka sokaklarında dolaşırken de kapılıyorum bu duyguya. Orada da yalnızlık, kopukluk var. Eski evlerin unutulmuşluğu, salaş yorgunluğu var.
Bu sokaklarda buluyorum şehrin ruhunu, alışveriş merkezlerinde, kalabalık caddelerde değil…
Rumeli Hisarı her zamanki heybetiyle boğazı selamlıyor. Ben de onu selamlıyorum. Sonra Orhan Veli geliyor aklıma. Urumeli Hisarı’nda oturup şiirler yazan Veli’nin oğlu Orhan. “Bedava yaşıyoruz bedava; Hava bedava, bulut bedava/ Dere tepe bedava” diyen.
Otuz altı yaş gibi genç bir yaşta ölüp giden, ardında büyük mısralar bırakan Orhan Veli…
Fotoğraf çekmek için ideal bir aydır mevsimlerden ilkbahar. Toprak ana uyanıp bütün verimliliğiyle sunar güzelliklerini. Bunlar lale mi dersiniz, papatya mı dersiniz, mor salkım mı…
Ve Emirgan bu güzelliklerin başkenti, çocuk seslerinin arasına sıkışmış kuş cıvıltılarıyla karşılar sizi…
Buradaki güzelliklerden kareler alarak sarılı, kırmızılı lalelere bakarak çimlere basmadan ilerledim. Yolun ortasında bekleyen küçük dostum sincap da bana eşlik etti. Onun çıktığı ağaca bakınca, birkaç arkadaşının orada olduğunun farkına vardım. Hepsi bir olup, dal kapma oyunu oynadılardı. Oyunları koşturmacalı ve eğlenceliydi.
İstanbul’un bu havasını çok seviyorum, bahar gelmiş, çocuklar salıncaklarda sallanıyor, çiçekler böceklerle dans ediyor, martılar yiyecek bulmanın sevincinde…
Geçen gün Gülhane Parkı’nda da aynı duyguya kapılmıştım. Dünyanın dört bir yanından gelen insanlar parkta oturmuş, açık havanın zevkini çıkarıyorlardı. Kimler yoktu ki; Japonlar, Malezyalılar, Koreliler, Almanlar…
Bu insanları gördükten sonra çok mutlu oldum. Ülkemiz o kadar geniş renklere sahipti ki herkes burayı tercih ediyordu.
Buradan ayrılıp Garipçe’ye doğru yola çıktım. Garipçe İstanbul’un saklı başka bir cennetiydi. Emirgan’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra kasabaya ulaştım. Burası köpekleriyle, kedileriyle küçük bir balıkçı kasabasıydı. Burayı meşhur eden şeyse üçüncü köprünün ayağının dibinde olmasıydı. Bir tarafım köprü, bir tarafım koy, uzun süre oturdum, Alaçatı’yı andıran kafesinde. Balıkçılık yapıldığı için balıkçı lokantaları da vardı sahilde.
Bir de yöresel turşu, erişte, tarhana vs. satan dükkânları vardı. Kadınlar, yaptıkları mısır ekmeğini veriyor sonra da reçelleri, pekmezleri gösteriyorlardı misafirlerine.
Onlarla sohbet ettim, Samsun’dan gelmiş, yerleşmişler, eşleri de balıkçıymış. Çocuklarıyla bu eski evlerde yaşıyorlarmış, geçim kaynaklarıysa el emeği ürünleriymiş.
Bu insanlarla sohbet etmek, fotoğraflarını çekmek, geçen gemileri izlemek beni mutlu etti.
Hala bozulmamış bir yerlerin olması güzeldi, bazı insanların buraları yok etmeye çalışmalarına rağmen.
Buranın temiz havasını alıp geri dönmek için yola koyulduğum zaman, doğanın güzelliğine, tarlaların bereketine hayran kaldım. Ne çok ağaç, ne çok çiçek varmış bilmediğim… Laleler, nergisler, sümbüller, manolyalar…
Üç tarafımız denizlerle, balıklarla dolu…
Ve güneşimiz. Neredeyse her mevsim bizi ısıtan, dünyamıza ışık tutan en büyük yaşam kaynağımız.
Bunun ötesinde yaylalarımız var, horonlarımız, şenliklerimiz var.
Bunların hepsi bize zenginlik katan, çok kültürlülük yaşatan vazgeçilmez unsurlardı.
Ne çok zengin kaynaklara sahip olduğumuzu bu geziden sonra bir kez daha anladım ve mutlu oldum.
İyi ki doğmuşum, iyi ki yaşıyorum, iyi ki buradayım İSTANBUL’ da!!!
Neslihan Minel